27 Mayıs 2011
İstanbul'da İETT savaşları vol.2
Hava az, idareli kullanmamız lazım.
Oradan sesleniyor adam "ilerleyelim!"
Onunla yine gözgöze geliyoruz. Her gün aynı saatte biniyor otobüse, muhtemelen benden bir durak önce. Hep çok bakımlı, özgüvenli. Her seferinde bakıyor bana. Gizli bir iletişim kurulmaya başladı aramızda. Hep oturacak bir yer buluyor, bense hep ayakta. O nemrut suratındaki ifade asla değişmiyor. Yüzüne büyük gelen gözlükleri, maşayla kıvrılmış ama kıvırları hiç bozulmamış koyu kızıl saçları, tepsi gibi suratı, kalın beli ve şişko bütünü... Her gün abuk renklerde başka bir ayakkabı ve çanta... Her gün dudaklarından taşırdığı bordo ruju, "bütün dünyayı ben yarattım" diye haykıran kibirli bakışları, komik yürüyüşüne rağmen kendine güvenen duruşu. 40 yaşın üzerindeki bu kadın, her sabah otobüse bindiğimde gözümün içine bakıyor. O koca gözlüklerini genelde çıkartmıyor ama enerjisini hissediyorum. Aynı durakta iniyoruz, cüssesine göre hep benden bir kaç adım ileride yürüyor. Yokuşta tıkanıyor, ben öne geçiyorum. Sarı, mor, kırmızı rugan ayakkabıları ile o hep bakımlı, kotum ile ben hep bakımsız. Bu kadar makyaj yapacak motivasyonu nereden buluyor sabah sabah diye bezgin bezgin düşünürken, o ses yine yankılanıyor kulaklarımızda; "İlerleyelim!"
"Sağlar boş, o taraftaki arkadaşlar ilerlesin, hadi abicim!" diyor. Bakıyorum etrafıma, boşluk göremiyorum ama bir bildiği vardır diyip müzik dinlemeye devam ediyorum. Otobüs hareket etmiyor. Tam 5 dakikadır aynı durakta, otobüse sığmayan yolcuları sığdırmaya çalışarak duruyoruz. Çaba sahibi ise o SES; "İlerleyelim!"
Kimsenin ciddiye aldığı yok, çünkü yer yok.
Sinirli sesler, cık cıklar yükseliyor etraftan "hadi abi yürü ya! İşe geç kalıyoruz!", ses yanıtlıyor "abicim ortada birsürü boş yer var, ilerleyelim!".
Zar zor kalkıyor otobüs, içeridekilere rağmen otobüsün kendisi hiç ilerleyemiyor. İki fren bir gaz, iki fren bir gaz, gaz, gaz, gaz, gaz FREEEEEEEEEEN!
Şoför var gücüyle bağırıyor; "Kabloyu takmışsın kulağına, allaaan hıyarı, duymuyosun otobüs mü geliyo ne geliyo! Bağlıyolar kabloları kulaklarına, sanki cep telefonu mübarek, sanki bir robot!!! Bi gün ezecem şerefsizim bu kablolulardan bi tanesini görecekler!"
Oldukça sinirli.
Yaya geçidini fark etmiyor...
Yaya geçidinden geçmekte beis görmeyen (!) yayanın kulağındaki müzikçalara veryansın ediyor.
Kalpler çarpıntıdan yoruldu, maceranın sonuna yaklaşıyoruz. Yerimden kalkıp kalkmamak, düğmeye basıp basmamak arasında gidip geliyorum. Frenler çok acı, yere düşüp karizmamı incitemem, diye düşünürken bir cengaver abla kalkıyor yerinden. Bir fren daha! Abla yerde. Neyse ki düğmeye basmıştı diye düşünürken yakalıyorum kendimi, kadına yardım etmeye çalışıyorum. Durağa geldiğimde bir sabahın daha sonuna geldik, diye seviniyorum.
Bana bakıyor yine, farkındayım. Mutlaka benden önce iniyor otobüsten, önümden yürümek istiyor. Sarı-siyah ruganlarını giymiş bugün. Üzerine sarı ceket, bir de sarı çanta. Tombul kısa bacaklarında kısa siyah bir tayt ve kafasında da lüleleri açılmamış kızıl saç demetleri. Yüzünden taşan güneş gözlüklerinin altından sızan terlerle yokuşu da benden önce katetmek istiyor. Olmuyor... Yokuşu her zamanki gibi ben bitiriyorum.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
2 yorum:
Çok hoş bir yazı olmuş bu. okumaktan cidden büyük keyif aldım. Hatta yazı değil de öykü diyeyim. Sevgiyle kal.
Teşekkür ederim :) Sevgiler
Yorum Gönder