22 Şubat 2010

Güne nasıl başlarsan öyle gider...

Bedevilikte sınır tanımam biliyorsunuz. Hele hele bir günüm sabahtan itibaren bedevilikle başlamışsa, o gün evden çıkmasam yeridir, çünkü korkunç şeyler gelebilir başıma. Üstelik kendimi bir yere kapatsam dahi gelebilir. En iyisi tüm iletişim araçlarıyla bağımı kopartmam, yorganın içerisinden kafamı çıkartmamam. Başımıza bir doğal felaket gelmezse öp de başına koy.
Neden böyle bir girizgahla başladım yazıma, birazdan anlayacaksınız. Size biraz bugünden bahsedeyim...

Sabah uyandığımda her şey harika görünüyordu. Güneşli bir gün, dinlenmiş bir beden. Hazırlanmam da biraz uzun sürdü, işe bir 10 dk kadar geç kaldım ama sorun yok, olur böyle şeyler. Biraz hoşbeş sohbet derken... benim çok iyi niyetle yaklaştığım, fakat ne istediği belli olmayan biriyle tartıştım. Daha doğrusu ben neler hissettiğimi, ne kadar kırıldığımı anlatmaya çalışırken o son derece uyuz bir biçimde susuyordu. Sonucunda da bana kendi kendime dellendiğimi, bu şartlarda bana "cevap mevap" olmadığını belirtti... Kendisine bundan sonraki hayatında başarılar diliyor, bir psikiyatriste görünmesini tavsiye ediyorum. Zira poli-kişilik sorunu var ve bundan haberi yok. Bang Bang!
Üzüldüm, ama hiç kimse için değil, kendim için. Bu yaşa gelmişim hala insanları tanıyamıyorum...

Neyse, canım arkadaşım Deniz bana en doğru cümleleri kurdu, şu hissiyattan da sıyırdı beni. İş güç vs derken de öğle yemeği saati geldi çattı. Buralarda yeni açılan bir balıkçı var, fiyatlar uygun, görünümü de temiz diye bir kaç seferdir oradan sipariş veriyorduk. Ben bir ton balıklı salata söyledim. Geldi, içine peynir ve bir sürü domates doldurmuşlar. Böyle yapılır mı yaaa, diye söylenirken 3. lokmamı ağzıma götürdüm ki TANRIM!!! Kımıl kımıl siyah bir kurtcuk!!! Öyle kurtcuk dediğime bakmayın, sevimlileştirmeye çalışmıyorum, sadece mide bulantımı biraz azaltmaya çabalıyorum. Salatamın içindeki sürprizle karşılaştıktan sonra, ağzımdakileri de tabağa iade edip şok içerisinde bakakaldım. Bu sürprizi gören arkadaşım da sipariş ettiği tatlıyı hemen çöpe attı. Tabi ben de telefona sarıldım. Ardından gelişen olayları isterseniz twitter mesajlarımdan öğrenelim;

"Yediğim salatadan kocaman canlı kurt çıkması! Adamın "bunlar normal şeyler, her restoranda karşılaşabilirsiniz" demesi ve özür dilememesi..."

"Mecidiyeköy'de Rosefish! Sizi kurtlu pis salatalarınızla başbaşa bırakıyorum. Bang Bang!"

"Tarım ve Köyişleri Bakanlığı'nın Gıda Güvenliği Hattı: 174 Her türlü şikayetiniz için burayı arayın, çok ilgililer..."

"Peki ya benim bedeviliğim? Bugünün kötü başlayıp kötü devam etmesi? Kimin uğursuzluğu olduğunu çok iyi biliyorum ya neyse..."

"Peki ya kolonyalı mendil paketinin boş çıkması ? O_o töbe töbe yaaa....."

Evet evet, adam özür dilemedi... Ve evet ben de Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı Gıda Güvenliği servisine şikayet ettim. Kapanan iştahım ve bulanan midem bana kar kaldı. Üstelik başım ağrıyor, omuz kaslarım geriliyor, tutulma yakındır. Biraz rahatlamak için elimi attığım kolonyalı mendilin içinden mendil çıkmadı! Sadece biraz sıvı çıktı, o bile defolu... Hayatımdaki bireyler de dahil olmak üzere bir çok şey defolu galiba... Yukarıdakiyle aramızın çok iyi olmadığı malum, ama bu kadar da vurun kahpeye yapmasına hiç gerek yok. Ciddiyim.

19 Şubat 2010

Deliler ülkesi Türkiye ve İşkencestanbul

Ah sevgili dostlaaaaar...
Blogum 2010'a hala giremedi. Uzun süredir yazmadığımın farkındaydım ama bugün takvime ayrı bir farkındalıkla ilişti gözüm. Neredeyse Şubat bitiyor, ben blogumu öksüz bırakmış gitmişim. Glikoz arkadaşımın da uyarısı gözüme çarpınca hemen bunu telafi etmeliyim diye düşündüm.

Toplumca şizofrenik olduğumuzdan dem vurmuştum geçenlerde twitter hesabımda. Hatta toplumca obsesif olduk, anksiyete sahibi olduk, panik atak manyağı olduk... Hükümetten gelen sert kararlar bir yandan, kötü hava koşulları-kar,sel,rüzgar- bir yandan, fakirlik-işsizlik öte yandan, bir sağ kroşe bir sol kroşe çalışıyorlar YÜZÜMÜZE YÜZÜMÜZE! Tekel işçilerinin yüreğimizdeki sızısı bir yandan yakarken, artık 10 günden fazla sağlık hizmeti alamayacak işsizlerin de yaşama haklarının çoluk çocuklarıyla beraber ellerinden alındığı bir ülkeye hapsolduk, her şey bir korku filmindeki gibi. Hele ki İstanbul'da yaşıyorsanız bir de trafik var ki bu da cabası. İşe gidip gelmek ölüm, psikopat otobüs şoförlerinin elinde çalkalana çalkalana ayrana dönüyor bünyelerimiz. Gel de ASABİ olma, gel de RUH HASTASI olma!

Yolda yürürken dikkat edin etrafınıza, insanların yüzlerine, davranışlarına. Bu kadar mutsuz bir toplum gördünüz mü daha önce? Kaldı ki herkesin canına tak eden yaşam savaşı nedeniyle birbirine saldırmasını hiç kınamıyorum artık. Zira ben de her gün sokaklarda bir kaç kişiyi BANG BANG! gebertmek istiyorum malesef.

Mesela dün akşam, olağan Gayrettepe-Üsküdar iş sonrası seferimi yapmak üzere bir halk otobüsüne bindim. Halk otobüsü dediğime aldanmayın, bildiğiniz toplu işkence seansı! Hava desen yok, ter kokusu desen çok. 1 kişilik yerde mütemadiyen 3 kişi ayakta durmaya çalışıyor. Ben bindiğimde şans eseri bir kişilik oturulacak yer gördüm. Koştur koştur oraya gittiğimde yanımda oturacak olan genç dangalağın bacaklarını yaya yaya, babasının tahtında kurulur gibi oturduğunu farkedince şöyle bir Ya Sabır çekerekten -yarım kıç- iliştim koltuğa. Ama kaymak bilmez, toplanmak bilmez aymaz arkadaşın bacaklarını önüne almaya hiç niyeti yok. Baston tipinde ıslak şemsiyemi adamla aramıza koydum ve her frende bacağını ıslak şemsiyemle dürtmeye başladım. 2 dakikaya kalmadı, kendisi bir kaplumbağa misali büzüştü, içine kapandı. Rahatladım...Dersem yalan olur. O sırada köprüyü geçmiş bulunduk, hemen köprü çıkışındaki Metrobüs durağında pirana gibi yolcu kaynar. Duran ilk otobüse var güçleriyle doluşurlar. Aç gözlü halk otobüsü şoförleri de bir yandan motivasyon verir yolculara "Lütfen arkaya ilerleyelim! Sağlı sollu haydiiii! Arkası boş arkadaşlarrr!" diye... Tam yanımdaki aymaz bacaklarını topladı derken başımda ISLAK MANTOLU onlarca insan. Cam kapalı, nefes yok.... Paniklerim tuttu, midem bulandı, durağıma varamadan indim araçtan, yürüdüm...FERAHLADIM...

Bugün de her akşam olduğu gibi binbir tuhaflık eşliğinde başladı yolculuk. Yanımda bedeviliği en az benim kadar tescillenmiş dostum Deniz ile birlikte karşıdan karşıya geçerken, yolun karşısından "hele hele hele" nidalarıyla gülerek bize doğru koşan FREAK amcayı mı anlatayım, yoksa Kadıköy'e adeta bir F1 pilotu edasıyla giren pos bıyık şoförümüzü mü? Yoksa Boğa'nın orada arkadaşımızı beklerken ayağımın üzerinden bebek arabasıyla geçen yurdum kadınını mı? Üstelik bir iki kelime söylendiğimde "Sen de yolun üstünde durmasaydın be aaaa!" diye çifkef hatlarına bağlanan kadına 3 metre öteden koca sesimle ciyak ciyak bağırışım ve tüm Kadıköy halkının artık beni -kavgacı sarı kafa- olarak tanımasına ramak kalışını mı anlatayım?

Benim açımdan en üzücüsü ben de kaptım toplumsal hastalıklarımızı ne yazık ki... İşte uzun zamandır buralarda yazmıyor oluşumun, mizaha yan dönüşümün ufak bir özetidir bunlar. Büyük kısmın içerisine ise ne hikayeler giriyor tahmin bile edemezsiniz... Nitekim bugünlerde hepimizin hayatında Düşünen Adam'ı bile incitecek detaylar yaşanıyor, sonumuz hayrolsun...

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...