22 Ağustos 2009

Erkek Hikayeleri 1 - Bodrum'da küstürdüğüm Hilmi Abi'nin hikayesi

Allah bizi kompleksli erkeklerin şerrinden korusun... :)

Yaş 55, gençlik sevdası her bir saniye hissedilir olmuş, kabul.
Keyifli bir sohbet, tamam bilgilisin, görmüş geçirmişsin...
7 çocuk babası eski toprak bir adamsın...
Ama bir laf ettik küstün gittin, olmadı ki Hilmi Abi!

Şimdi olay nasıl cereyan etti sizlere de bir anlatıvereyim de ne tür bir bedevilik yaşamışım bir görün :)
Günlerden geçtiğimiz perşembe, bir röportaj peşinde Bodrum'da bulmuşum kendimi. Sabah uçağıyla gittim, gece uçağıyla döneceğim, işimi bitirdim bir kaç saat bana kaldı, sevindim. Bodrum marinayı gezdikten sonra kaleye çıktım, turistlere rica ettim bir kaç kare fotoğrafımı da çektiler, manzara muhteşem fakat hava öldürücü sıcaktı. Sonra gez gez nereye kadar, eşyalarımı da kimseye teslim edemiyorum, zira içerisinde canımdan kıymetli olması gereken röportaj kayıtları ve fotoğraflar var, dolayısıyla denizle buluşturamadık vücudu...
Marinaya geri döndüm. Tüm çarşıda rastladığım genel tepkiye yine maruz kaldım. "Welcome! welcome! Lady!!!"...
Beni her yerde ısrarla turist sanıyorlar. Böyle sarı kafalı, anormal beyaz tenli, sırt çantalı ve aval aval etrafı inceleyen birisi Türkiye'li olamaz kimsenin gözünde, bunu anladım. Bu kez çağrıda bulunan Marina Restaurant'ın garsonu idi (ismini de sormamışım adamın bak şimdi farkettim!)
Ben de Türkçe karşılık verdim bu çağrıya;
"Buyrun???"
Garson: "AAAA siz Türk müsünüzzzz? İnanamıyorum!"
Ben: "Evet! Gördüğünüz gibi Türkçe konuşuyorum :) "
Garson: "Ya kusura bakmayın ben sizi turist sandım. Ama yabancıya benziyorsunuz siz. O halde mutlaka yurtdışında yaşıyorsunuz değil mi?"
Ben: "Yooo ben İstanbul'da yaşıyorum, yurtdışıyla bir ilgim yok :) "
Garson: "Lütfen gelin bir çayımızı için, kusura bakmayın ben şaşırdım öyle..."
Ben: "Sıcaktan piştim zaten bir çayınızı içeyim bari..."

İçeride kelli felli, şöyle arkasına da heybetiyle yaslanmış bir amca var. Yan masamda oturuyor. Garson benim çayı getirdikten sonra beyefendiyi bana takdim etti. "Hilmi Bey işletmemizin sahibidir." Biz başladık Hilmi Bey ile hoşbeşe. Sohbet Macaristan maceralarımdan, İstanbul'un kalabalıklığına, Bodrum'un son zamanlarda ne kadar rezilleştiğinden, ülkenin içinde bulunduğu aymazlığa kadar her konuya değinerek sürdü gitti. Keyifliydi de. Hem biraz daha serindi restorantın bahçesi. Sonra bir ara ben dedim ki, "bir memleketi tanımak için önce oralarda yaşayan görmüş geçirmiş yaşlı insanlarla sohbet etmek gerekir." Sonra da Hilmi Bey'i de biraz keyiflendirmek için, "tıpkı sizin gibi, değil mi?" dedim...
ALLAAAAH! Demez olaydıııım! Hay dilimi eşekarısı sokaydı da böyle bir laf etmeseydim!
Hilmi Bey hop diye hopladı oturduğu yerden. "Bak bunu demeyecektin bana Zeynep!" dedi. "Şimdi bütün dostluğumuz bitti işte seninle!"
Ay ne dedim ben şimdi diye diğerlerine bakınıyorum. Herkes gülüyor.
Hilmi Bey başladı yakınmaya "İyiki sana 55 yaşındayız dedik, dede yaptın bizi, yaşlı dedin resmen bana!"
"Şey ben öyle demek istememiştim. Ben tecrübelerinizden dem vurmak için söylemiştim. Hani siz Bodrum'u benden daha iyi biliyorsunuz ya..... Hilmi Bey vallahi yanlış anladınız........."
Yok abicim adam durmadı, kalktı, gidiyorum ben eve diyor da başka bir şey demiyor. Herkes gülüyor.
Muhtemelen zaten evine gidecekti, ortaya komik bir anı bırakmak istedi, geyik olsun diye küsme numarası yaptı ve gitti. Fakat her şakanın içerisinde bir gerçek olduğunu bilen cümle alemimizin de anlayacağı üzere, Hilmi Bey 55 yaşı kabullenemiyordu.
"Küstüm sana, bir daha da konuşmam" dedi bana :)
...

Ben: "Ama Hilmi Bey bakın önümüz Ramazan, Ramazanda küslük olur mu hiç?"

Hilmi Bey: "Ben bilmem, bayramda gelir özür dilersen belki barışırız..."

Ben: "Eh bi elinizi öpmeye gelirim artık :)"

Tü Allah gene bok yedim ben galiba! El öpmek dedim yahuuuu!!! :D
Şu başıma ne geldiyse dilimden geldi desem yeridir herhalde şimdi :)

13 Ağustos 2009

Huzursuz ruh sendromu...

Çok ciddiye alıyorum hayatı...
Gereksiz yere, her olayı bir heyecan sebebi yapıyor olmak, karın ağrısı çekmek, uykusuzluk, ateş basması, sinir harbi, panik krizleri, el titremesi, engel olunamaz asabiyet... kendimden nefret ediyorum bu ezaları çekirdikçe öz bünyeye.
Arıza mı var nedir anlayamadım, çocukluğumdan beri bu böyle. En ufak şeye asabım bozulur, yukarıda saydıklarım tek tek ziyaret ederler beni, sonra bünyem iflas eder insanlardan kaçarım. Hemen ardından yalnızlıktan dem vururum ve içimde patlamaya hazır bir ağlama kriziyle kaç gün düğüm düğüm gezerim. Ve o boğaz düğümü en olmaması gereken yerde zart diye çözülür. Ahhhh!
İnsanın kendinden daha büyük bir düşmanı olabilir mi acaba? Bence olamaz. Çünkü çektiğin acılar olaylara ve durumlara verdiğin değerle ilgilidir. Sen nereden bakıyorsan, oradan bir adım kıpırdayamazsın. Sıkışırsın, ufku göremezsin. Hele ki benim gibi bunları bilmene rağmen her fırsatta kendine eziyet ediyorsan, klinik vakasın.
Bir de her fırsatta tanrının beni cezalandırmakta olduğuna dair karşı konulmaz bir his kaplıyor içimi. Yıllarca reddettim onu, yapma dediklerini büyük şevkle yaptım, söylemlerine karşı argümanlar kurdum durdum. Aslında her an kafamın içerisinde onunla kavga ediyordum. Bugün geldi, ben anladım ki, ancak bir şeyin varlığına inanıyorsan böyle kafayı takıp sürekli kavgaya tutuşabilirsin. Fakat anlamadığım şu ki, içime koyduğu bu karın ağrısı ve huzursuz ruh ne zaman durulacak? Hiç mi yolu olmaz bu karman çorman ağlardan kurtulmanın? Hep mi en karışık ağ benim ki olmalı? Ya da işte başladığım noktaya dönüyorum, belki de ben karıştırıyorum herşeyi. Her an bir bedeviliğin pençesinde sürünüyor olmamın, sürekli şikayet etmemin, somurtmamım yegane sebebi belki de benim!!!
Şu an en büyük kavgam kendimle. Kendimi dövmek istiyorum hatta, valla!
Ya da keşke insanın kendisi, terkedebileceği gibi ayrık bir benlik olarak yanıbaşında duruyor olsaydı. Çok kafamı bozduğumda kendimi orada öylece terkeder kaçardım. Çözüm olur muydu? Asla! Biliyorum! Fakat, bir an için nefes almak istiyorum bazen.
Üstelik bu arabesk bir isyan modu da değil içimdeki. Huzursuz ruh sendromu bu!
Her olaydan huzursuz olunacak bir pay çıkartıyor ruhum, hasta oluyorum.
Kendimi iyileştirebilmek istiyorum, başaramıyorum. İnsanın kendinden kaçması öyle zor, yollar öyle çetrefilli, biliyorum. Bildiklerim canımı tırmalıyor işte böyle.
Yarın her şey daha güzel olmalı! Her şey daha iyi olmalı! Saf olmalı!

06 Ağustos 2009

Karşı Mahalle

Bugün Ayşe Arman'ın geçen ay boyunca gündeminde tuttuğu "karşı mahalle" yazı dizisini okudum. Ondan böyle bir çalışma bekliyordum zaten nicedir. Her ne kadar içerik olarak sosyolojik bir kaygı taşımadığı çok belli olsa da, yarıda kesmeden, sayfa değiştirmeden, kuzu kuzu okuyup bitirebildiğime göre ilgi çekici bir yazı dizisi olduğunu söyleyebilirim.

Orada çok meraklı, içindeki çocuğu sürekli devrede tutan ve hatta kadınlığı ile çocuk ruhunun savaştığı bir insan var. Her şeye burnunu sokmak, deneyimlemek, sonra da çocuk heyecanıyla yüksek sesle, yutkuna yutkuna anlatmak istiyor deneyimlediklerini. Yaptığı büyük bir olay değil aslında. Türk filmlerindeki gibi, bir masalın kahramanı olmuş bir kaç günlüğüne. Farklı bir dünyada yaşamış.

Bir şey dikkatimi çekti. Demek yıllardır ne kadar elitist yaşamış, ne kadar kendi çevresinin içerisinde hapis kalmış ki, türbana girerek halk arasına girdiğinde deneyimlediklerine bu kadar şaşırmış. Etrafında hiç türbanlı bir kadın olmamış mesela. Hiç onlarla sohbet etmemiş. Onların da kendileri gibi konuştukları, ortamını yaratıp bikiniler giydiklerini görünce büyük şok yaşamış. Kendisini o kadar kapalı bir çevreye hazırlamış ki, o kadınların arasında Arabistan'dan gelmiş gibi, biraz aşırı kapalı kalmış. İşte buna biraz şaşırdım. Kendisini okurken keyif alırım, özellikle de kafamın çok dolu olduğu dönemlerde okurum ki iyi zaman geçireyim. Yani aslında kendisinden büyük beklentilerim olmadığı gibi, iyi ki de böyle yazıyor, dediğim bir gazetecidir. Herkes de ciddi olacak, akademik değerlendirme yapacak diye bir kural yok.

Yazmak, hele ki çok okunan bir gazetede yıllardır önemli bir okur kitlesine yazmak... O yazı dizisini okurken aklıma takılan ve üzüldüğüm tek şey şu oldu; Keşke okurlarına daha yakın bir dünyada yaşayabilseydi. Hani Hıncal Uluç da geçenlerde dedi ya "Ayşe'nin Dubai yılları hem kendisi, hem gazetecilik adına kayıptır." diye. Bence de doğru söylemiş. İnsan içine karışmak, insani ve mesleki anlamda çok şey katar insana...

Aslında Ayşe Arman diyince aklıma lisede öğrenci olduğum dönem geliyor. Çok sevgili Ali hocam, okulumuzun müdür yardımcısı, edebiyat öğretmeni Ali hocam; "Sen büyüyünce Ayşe Arman olacaksın, sende o ışık var!" demişti şakayla karışık. Yazdıklarımı okuyordu. Aslında o dönemlerde sadece deneme yazıları ve ufak tefek öyküler yazıyordum. Yıllar sonra üniversite bitip, şu anda çalıştığım iletişim şirketine girip, burada kurumsal yayınlar için editörlük ve yazarlık yapmaya başlayınca Ali hocama haber saldım :) Bakın ben yazarak para kazanmaya başladım sonunda, dedim. O da şöyle karşılık verdi ; "Eeee adam olacak çocuk bokundan belli olur."

Benim şu serbest çağrışım ağlarımdaki tuhaf bağlantı noktalarıma herkes gibi ben de şaşırıyorum bazen. Konudan konuya o kadar hızlı atlayabiliyorum ki, konunun ilk halini unutabilmekle beraber, sonradan kendime şaşırabiliyorum bile. Neyse, öyle işte...

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...