21 Aralık 2011

06 Kasım 2011

Sivil olmak? Paha biçilemez!

Unutulmaz KÜF şehir eylemlerinden bir video ile şenlensin haftanız... Sadece Ankara'ya değil, İstanbul'a da gelsin ayrıca.

Haydi benden de bir slogan gelsin videoya; "BU ŞEHRİN ESANSI EKSİK AĞAM!" :)

Buyurun izleyin:


BÜYÜKŞEHİR KÜÇÜK 1 TL from KÜF Project on Vimeo.

Veya bu linkten de izleyebilirsiniz:
http://vimeo.com/20280613

28 Ekim 2011

Akrep gibisin be kardeşim...

Tarafsızca bir şey sormak istiyorum;devlet kutlamayınca bayramınızı kutlayamıyor musunuz kendiniz? Bayram bayramlıktan mı çıkıyor? Bayram hükümetten önce halkın bayramı değil mi? Hükümet belirli bir sebepten dolayı resmi kutlamaları kaldırdı diyelim, bu onun tasarrufudur diyelim.

Esas mesele şu; madem sen bu bayramı kişisel olarak da kabul ediyor ve saygı duyuyorsun, hükümet sana "gel bak bu alanda kutlanacak!" demeden kutlayamıyor musun bayramını???

İlla güden bir çoban lazım di mi? Sizin için fişek atan,yürüyüş yapan... Sizin için tanklarla geçiş yapan askerler falan? Zaten ışık gösterisinden etkilendiğiniz için kuş gibi diziliyordunuz boğaza bir kaç yıldır muhtemelen. Şimdi çobanınız "benim bu sene sıkıntım var, ben kutlama yapmayacağım" dedi diye, siz de "kutlayamıyoruz" diye şikayetleniyorsunuz. Çünkü alışmışsınız siz kıçınızı kaldırmadan geçit töreni izleyip alkışlamaya, televizyondan 3-5 sabinin soğuktan titreye titreye yarım kol formalarıyla şiir okumasını, folklor gösterisini izlemeye. "Televizyondan."

Ah paşa halkım benim. Size gösteri yok dediler bu sene, siz de pek dertlendiniz ama yarın fosur fosur uyuyor olacaksınız. Ben tanıyorum hepinizi.

Her şeyden şikayet eden kendi inisiyatifiyle bayram bile kutlayamayan, muhtaç tatlısu vatansevelerini eğlenerek izliyorum zira uzun yıllardır.

Emeğiniz, ekmeğiniz duble yol olmuş, gofret gibi evlerde ölmeyi bekliyorsunuz şikayet etmiyorsunuz. Her an sokakta bir sapığın tecavüzüne uğrama tehlikesiyle şansa yaşıyorsunuz, evlendiğiniz insanların sizi katletmesi olağan bir durum olan bu ülkede yaşıyorsunuz. Şikayet etmiyorsunuz. Sürekli soyuluyorsunuz, donunuza kadar yüzde bilmemkaç vergi ödüyorsunuz, şikayet etmiyorsunuz. Kimseye ihtiyaç duymadan kendiniz sahip çıkmanız gereken bir bayramı kutlamak için tırnağınızı kıpırdatmıyorsunuz da sürekli şikayet ediyorsunuz.
Hak etmediğimiz hangi uygulamayı protesto ettiniz şu ana kadar? Hangi haksız kararı geri çektirdiniz ki bayramınıza sahip çıkıyormuş gibi artistlik yapma peşindesiniz? 30 Ekim'de her şeyi unutmuş olacak ve birbirinizi yemeye, o, bu, şu diye ötekileştirmeye devam edeceksiniz nasıl olsa...

Akrep gibisiniz kardeşim!* Akrep akrep...

*Nazım Hikmet Ran'ın çok sevdiğim şiiri "Akrep Gibisin Kardeşim" bizi bize anlatıyor. Bakın;

Akrep gibisin kardeşim, 
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi. 
Serçe gibisin kardeşim, 
serçenin telaşı içindesin. 
Midye gibisin kardeşim, 
midye gibi kapalı, rahat. 
Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim. 
Bir değil, 
beş değil, 
yüz milyonlarlasın maalesef. 
Koyun gibisin kardeşim, 
gocuklu celep kaldırınca sopasını 
sürüye katılıverirsin hemen 
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye. 
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani, 
hani şu derya içre olup 
deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf. 
Ve bu dünyada, bu zulüm 
senin sayende. 
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer 
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak 
kabahat senin, 
— demeğe de dilim varmıyor ama — 
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim! 


NAZIM HİKMET RAN

07 Ekim 2011

HaberTürk'ün imzasıyla, bir insanlık ayıbı...

Bugün HaberTürk Gazetesi'nin bana yaşattığı şoku, uzun yıllardır bu kadar derinden hissetmemiştim. En son Münevver Karabulut vakasında yaşadığım dehşet, yine hortladı. Ama çok daha kanlı canlı ve mide bulandırıcı bir şekilde. Çünkü bu bir insanlık ayıbı olmasının yanı sıra, bir haber olarak değerlendirildiğinde de kocaman bir medya rezaletidir. Basın etiğinin tartışılmaz çöktüğü, çürüdüğü ve kuralsız, tanımsız, kim nereye çekerse oraya gidebilecek kadar omurgasız bir kavram haline geldiğine şahit olduk yine. Şiddetin pornografisi ile bir nesil daha kabuslara gark edildi bugün. Bu büyük zaafta payı olanlardan hesap sorulmalı.

Sürmanşetten bağırsakları dışarı çıkmış, sırtı boydan boya kesilmiş, vücudunda kocaman bir ekmek bıçağıyla hiç bir mahremiyetine özen gösterilmeden çırılçıplak yatan o kadın, Türkiye'nin en büyük ayıbıdır. Toplumsal hafızadan asla silinmeyecek o görüntüyü sürmanşete taşıyan gazetecinin vicdanını merak ediyorum. Bir anne olarak o kadın, evlatlarının eli her google'a gittiğinde o görüntüsüyle çocuklarının karşısına dikilecek. Keza anne, babasının, kardeşlerinin karşısına da. Bir toplumu uyarmanın dozu bu mu olmalı?

Konuyu "kör göze parmak" olarak görenler olabilir. Bizim gibi gelişmekte olan toplumlarda bu vaka sosyolojik olarak şiddeti körükleyen, arttıran, bazı kesimlere zevk vererek eşşeğin aklına karpuz kabuğu sokan bir vakadır. Toplumdan şiddet ve saldırganlığı silmenin yolu bu olmamalıdır.

Çünkü saldırganlık öğrenilebilir cinsten bir davranıştır. Anne-babadan öte, toplumdan öğrenilir ve sosyal kodlarımıza yazılır. Medyada kanlı, cesetli, çıplaklık içeren, şiddeti en ağır haliyle pornografik olarak sunan bu gibi görüntülerin topluma böyle umarsızca sunulması; insanlarda bu gibi olayların içselleştirilmesini sağlar. Bakın bu size anlattığım kişisel bir görüş değil, sosyolojinin bizlere sunduğu ve örneklerinin bir çok toplumdan gözlendiği bilimsel bir gerçektir.*

Kitle iletişim araçları toplumları etkisi altına alır. Gerek olumlu gerek olumsuz, pasifize olmuş bir öğrenme biçimi olarak yayınlanan her şey, insanları ve dolayısıyla toplumu etkiler. İnsanların birbirine bakışını, eğilimlerini, toplumsal cinsiyet algısını etkiler. Bu görüntülerin böylece sunulması şiddete eğilimi arttırabilir, psikopat eğilimleri besleyebilir, kadının kokularını arttırabilir, sindirebilir...

Unutulmaması gereken bir nokta da toplumun genel durumunun, bireylerin psikolojisini etkilediği kadar, bireylerin yaşadıkları buhranların da toplumu etkilediği gerçeğidir. Bu bir kısır döngü olarak görülebilir. Ancak bir taraf hastayken, asla diğer tarafın iyi olmasını beklememeliyiz.

Lütfen, toplumumuzu gerçek anlamda etik değerlere sahip hale getirmek için çaba gösterelim. Şiddeti ve kadını yok eden bu anlayışı yenelim. Ama böyle değil! Şiddeti ağız sulandıran pornografik bir rezalet olarak sunmadan! Ve bu rezilliğin sorumluları cezasını çeksin, özrünü dilesin; Önce o kadının bir reyting nesnesi haline getirilen cansız bedeninden, sonra onun ailesinden, sonra da değerlerine darbe vurduğu Türkiye halkından.
**


*Sosyal bilimlerin de birikimli olarak ilerlediği gerçeğini unutmayalım lütfen. Dünyanın farklı yerlerinde oluşan benzer şartlar sonucunda, benzer toplumsal sonuçlar yaşanabilir. Dolayısıyla mevcut teorileri yabana atmamakta fayda var. Zira "insan toplumları Zoolojinin değil Sosyolojinin alanına girer"... (Bu son söylem  Eğitim ve Yaşam Dergisi'nden alıntılanmıştır.)

** Pablo Picasso - Guernica adlı bu eser savaş, vahşet, şiddet ve şiddete karşı direniş olgularının simgelerindendir.

27 Eylül 2011

Benjamin'den Antonio'ya prensli mrensli mektup

Sevgili Antonio,


Sana bu satırları yazarken, ben Benjamin, çok uzaklarda olmayacağım. Boşuna heveslenme diye baştan söyleyip hevesinin içine sıçayım dedim. Neyse, anlattıklarım seni heyecanlandırır mı bilmem ama benim yüreğim pırpır. Kuş oldu ama uçamıyor, adeta bir tavuk.
Rapunzel'i düşünüyorum Antonio, sık sık düşünüyorum onu. Onun o güzel saçlarının çilelerle örülmesinin ardındaki gebeşliği düşünüyorum. Cadının yüreğindeki anaçlığı düşünüyorum Antonio. Sen büyüt, besle, koru, sonra sana cadı desinler. Hem de bir tane dört ayaklı it yüzünden! Hayır ata biniyor diye böbürleniyor hıyar. Bizim vardı da binmedik mi Antonio, sorarım sana! Vardı da 4 ayaklıya binmedik mi, karı kıza caka satmadık mı, kulenin dibinde türkü çığırmadık mı? Olmadı be Antonio, imkan yoktu. Artık olsun, olduğu kadar her şeye...
Neyse... Düşünüyorum da Antonio, prensin adı yok! Cidden yok onun adı. Yok lan adı, insan evladı olarak yüzyıllarca hikayem anlatılacak dilden dile, ama anonim olcam. Herhangi bir beyaz atlı orospu çocuğu kolayca geçecek imgemin yerine. İsmime gerek bile olmayacak. Bak Antonio, işte, ünde şöhrette gözüm olmamasının bir sebebi daha sana... Sen seversin, eller alır. Böyledir bu işler. Sen bir aşk yaşarsın sonra her numaracı piç beyaz atlı prens olur gider... Ama prensin adı yok Antonio, boşa heveslenme koçum. Prensin adı yok...

Benden duymuş olma ama ayıptır söylemesi Rapunzel de orospu olmuş diyorlar. Valla bak, geçende görmüş bizim çocuklar. E kör prens de bir yere kadar Antonio... Cadının ahı fena tutmuş, gitmiş o güzellik o saçlar o vakur duruş falan, beş paralık olmuş falan...
Bu da böyle acı dolu bir hikaye işte Antonio, anla beni. Ben bu satırları yazarken sana bakıp kelle gibi sırıtıyorum aslında. Senin o beyaz, şeffaf ışıltın dost oluyor bana. Ufukta bir kule de yok, Rapunzel de, kör prens de. Ama bir cadı var Antonio, bir cadı var hissediyorum.

Why Does It Always Rain On Me?

Buldum buldum, Bedevinin Günlüğü'ne en uygun şarkıyı buldum!
Çünkü bitmiyor, her zaman sadece benim üzerime yağıyor yağmurlar... Ama biliyorsunuz ki ben artık bununla eğleniyor, mazoşistçe zevk alıyorum :/
Çünkü ne demişler, tecavüz kaçınılmazsa zevk almaya bakacaksın :)
Evet blogun resmi marşının klibini aşağıdan izleyebilirsiniz. Sadece dinleyeyim diyorsanız onun linki de budur, buyurun; http://fizy.com/#s/1nojvp




08 Ağustos 2011

Bilmemenin devrimsel yanları üzerine güzellemeler

"Bilmiyorum" dedi biri.
Bilmiyoruz, bilmiyorduk, bilmeyeceğiz de beynimiz açıldı pek sağolsun.
Dedik ki;

Bilmemenin dayanılmaz hafifliği mühim meseledir. Öyle biliyormuş gibi bir kenarda kıvranmak ya da yüz kızartmak yerine çıkar söylersin; bilmiyorum! Çünkü bilmemek öğrenmenin yarısıdır! Ve bilmediğini kabullenmek hafifletir insanı, bir derin nefes aldırtır.

Hani normalde insan çekiniyor ya bilmiyorum demeye, özellikle de biri birşey sorduğunda... O an kolay bir şekilde "bilmiyorum" demek insana çok iyi geliyor. 

Öğretmene bilmiyorum demeyi öğrenemez çocuklar mesela. Korkarlar da üstelik. Onun yerine kalkıp saçmalamayı seçerler. Hlbuki o 60 çocuğun arasından çıkıp da "ben bilmiyorum" diyen çocuk gayet doğal bir insandır. En güzel duyguların insanı olacaktır büyüdüğünde. Onları sevip kollayalım, üretelim çoğaltalım...

Önemli olan neyi bilmediğini bilmen, bilmediğini paylaşarak yola çıkabilirsin. Ama -muş gibi yapmak gafleti, bilgiyi de derhal kovar yanından haberin olsun. Biliyormuş gibi yapma, "bilmiyorum" de.


 

08 Temmuz 2011

Bon Jovi set listi üç aşağı beş yukarı buradadır kardeşler, saldırın! :)

"Istanbuuuuuuuuuul!"

Bon Jovi bu akşam 2011 turu kapsamında Türkiye'de konser verecek. TTnet Arena'da izleyeceğim ilk konser. Aslında Bon Jovi benim için enteresan bir tecrübe olacak. Hiç gitmeyi düşünmüyordum. Lise yıllarında severek dinlediğim ve sonradan çok da ilgi göstermediğim bir grup olarak kafamda hep ergenlikle özdeşleşmiştir. Ama gel gör ki arkadaşlarını çok seven bir insan olarak 2 panpişimin (böö) ısrarını kıramadım ve Bon jovi'ye bir şans daha verdim. Gördüm ki iyi ki vermişim, çok da özlemişim :)

Bu akşam nasıl bir playlist ile çıkacaklarını merak etmekle birlikte, geçen yıl İngiltere'de kendilerini izleyen arkadaşlarımın ballandıra ballandıra anlatmalarını hatırlayarak, oldukça hareketli bir şov yapacaklarına da eminim. Ayrıca kendileri çok çekici adamlarmış, bir rock efsanesini kalbine kazımak isteyen kızlarımıza duyurulur; henüz tüm biletler tükenmedi :)

Konser öncesi biraz hazırlık yapmak için 30 Haziran'da Dublin RDS Stadium'da verdikleri konserin setlistinden bir Fizy playlisti oluşturdum. İşte buyurun ; TIKLAYIN

Akşama kadar keyifle dinleyin, gaza gelin :) Hadi mucuk!

05 Temmuz 2011

Blogda değişim rüzgarları

Çılgınca gelebilir ancak, onca yıllık Bedevinin Günlüğü'nün ismini değiştirmeye karar verdim.

Nedeni yine yılların birikimi diyelim. Geçen haftasonu başıma gelen bedeviliklerin ardından bir süre sinirim bozulup ağlama krizi geçirdikten sonra, bedevilikleri kendim çağırdığım konusuna -sonunda- ikna oldum. Zavallı anneciğim, o kadar üzüldü kü bana, "sen 'neden benim başıma bunlar geliyor?', dedikçe daha fazlası oluyor, 'ben bedeviyim' dedikçe olumsuzlukları üzerine çekiyorsun. Ne olursa olsun biraz daha rahat ol, daha iyisi olacak diye beklentiye gir, belki her şey yoluna girer o zaman?" diyerek, kendi tarihinin optimistlik rekorunu kırdı. Pesimizm kalıtımsaldır sevgili dostlar, olumsuzlukları beklemek de öyle...

Annemin söyledikleri bana hiç yabancı değil aslında. Uzun zamandır bazı arkadaşlarım da 'karma', 'evrenin enerjisi', 'secret' gibi kavramların altında bana benzer öğütlerde bulunuyorlar. Benimse her konuda olduğu gibi bu kavramlara da inancımın kıtlığından, "amaaaan ne gereksiz işler" diyerek sırtımı döndüğüm günlerin ardından, bugün artık yaşadığım bedeviliklerden sıtkım sıyrıldığı için pozitif çağrışımlara açıyorum kollarımı. Çünkü insanın başına ne geliyorsa kendisi yüzünden geliyor.
Bazen akıl edemediğin ufak bir detay, kurduğun planların üzerine kocamaaaaan bir kara bulut gibi çöküyor. Dikkatsizlik ve panik birbirini besleyen iki kardeş. Bu kardeşleri boğmak, öldürmek istiyorum artık. Zira bedevilikten çoooook yoruldum.

Gelgelelim, blog böyle bilindi ilk gününden bu yana. Ben de bedevi olarak ifade ettim kendimi hep. Şimdi ise çat diye yenilenmekten bahsediyorum. Elbette kolay olmayacak. O nedenle sizlerden yardım istiyorum!
Kötü kaderimi değiştirebilecek güçte (en azından Bedevinin Günlüğü'nün yarattığı kötü enerjiyi nötralize edecek kadar!) isim önerilerinizi benimle paylaşır mısınız?

Öpücükler, sevgiler,


Zeynep V.

13 Haziran 2011

Dünyadan kirli ellerinizi çekin, nükleer istemiyoruz!

Video siteyi çok yavaşlattığı için kaldırmak zorunda kaldım. Bu adresten izleyebilirsiniz (bence mutlaka izleyin); http://vimeo.com/greenpeaceturkey/nukleersizturkiyedirenisi

Bu ülkede güzellikler için de direnen, bir şeyler yapan insanlar var. Hala! Nükleer karşıtı kampın bir özeti bu video aslında. Ben de kampın son gününde oraya gidip bu güzel insanlarla tanıştım. Emekli işçi bir amcanın getirdiği tatlıyı beraber yedik, fikirlerimizi paylaştık ve tekrar haklı isteklerimiz adına nükleer konusunu çözüme ulaştıracak kararların alınması için ne gerekirse yapacağımızı konuştuk.

30 Mayıs 2011

İstanbul'da İETT savaşları vol.3

Her şey her zaman olduğu gibiydi de, çitlemese iyiydi...


İstikamet Mecidiyeköy-Kadıköy
Araç: 500A
İklim: Nemli
Trafik: Akmıyor

Nüfusu normalin üzerinde bir otobüs yolculuğundan ne beklersiniz? Nemin, yapış yapışlığın, off puff seslerinin yoğun olduğu; sıkıntılı, bunalımlı, sıradan bir İstanbul iş çıkışı yolculuğu işte...

İlerleyemiyorum, elimde de -hay aksi- kocaman bir torba, tutunacak yer olmadığından çeşitli akrobasi hareketleriyle dengede kalmaya çalışıyorum. Çok zor olmuyor, çünkü tüm kenarlarımdan bir insana dayanmış durumdayım. Üstelik bir süredir duruyoruz zaten, düşmek kolay değil.

Bu ses ne? "Çıt! çıtırt!"

Peki ya bu koku? (yanık gibi ama değil, acı gibi o da değil, bir şey bu, tanıdık bir şey...)

Arkamı dönüp bakamıyorum... çatlıyorum.

Sonunda dönebiliyorum arkamı, gözüm sesin geldiği yere, muavinin oturduğu o yükseltiye yöneliyor hemen... Çıt çıtırt! "İlerlesene abla", Çıt çıtırt! "abicim bak kenarda boşluk var, önü boşaltalım" Çıt, Çıt Çıt!

O ne ya? Çekirdek çitliyor adam. Baya bildiğin gevşekçe oturmuş, tek ayağını aşağı salmış, arkasına yanpiri yaslanmış, elinde kocamaaaan bir paket çekirdek, çitliyor.

Bize bakıyor, yola bakıyor, köprüye bakıyor, arada pff pff diye dudağına yapışan kabukları da içeri tükürerek çitliyor. Dünyanın en geniş adamı bu.

Dünyanın en sıkıcı işini yapıyor, dünyanın en yapış yapış aracında, yürümeyen trafikte saatlerce oturuyor, tv yerine bizi izleyip çitliyor işte...

En güzel duyguların insanı muavin!

27 Mayıs 2011

İstanbul'da İETT savaşları vol.2


Hava az, idareli kullanmamız lazım.
Oradan sesleniyor adam "ilerleyelim!"
Onunla yine gözgöze geliyoruz. Her gün aynı saatte biniyor otobüse, muhtemelen benden bir durak önce. Hep çok bakımlı, özgüvenli. Her seferinde bakıyor bana. Gizli bir iletişim kurulmaya başladı aramızda. Hep oturacak bir yer buluyor, bense hep ayakta. O nemrut suratındaki ifade asla değişmiyor. Yüzüne büyük gelen gözlükleri, maşayla kıvrılmış ama kıvırları hiç bozulmamış koyu kızıl saçları, tepsi gibi suratı, kalın beli ve şişko bütünü... Her gün abuk renklerde başka bir ayakkabı ve çanta... Her gün dudaklarından taşırdığı bordo ruju, "bütün dünyayı ben yarattım" diye haykıran kibirli bakışları, komik yürüyüşüne rağmen kendine güvenen duruşu. 40 yaşın üzerindeki bu kadın, her sabah otobüse bindiğimde gözümün içine bakıyor. O koca gözlüklerini genelde çıkartmıyor ama enerjisini hissediyorum. Aynı durakta iniyoruz, cüssesine göre hep benden bir kaç adım ileride yürüyor. Yokuşta tıkanıyor, ben öne geçiyorum. Sarı, mor, kırmızı rugan ayakkabıları ile o hep bakımlı, kotum ile ben hep bakımsız. Bu kadar makyaj yapacak motivasyonu nereden buluyor sabah sabah diye bezgin bezgin düşünürken, o ses yine yankılanıyor kulaklarımızda; "İlerleyelim!"

"Sağlar boş, o taraftaki arkadaşlar ilerlesin, hadi abicim!" diyor. Bakıyorum etrafıma, boşluk göremiyorum ama bir bildiği vardır diyip müzik dinlemeye devam ediyorum. Otobüs hareket etmiyor. Tam 5 dakikadır aynı durakta, otobüse sığmayan yolcuları sığdırmaya çalışarak duruyoruz. Çaba sahibi ise o SES; "İlerleyelim!"
Kimsenin ciddiye aldığı yok, çünkü yer yok.
Sinirli sesler, cık cıklar yükseliyor etraftan "hadi abi yürü ya! İşe geç kalıyoruz!", ses yanıtlıyor "abicim ortada birsürü boş yer var, ilerleyelim!".

Zar zor kalkıyor otobüs, içeridekilere rağmen otobüsün kendisi hiç ilerleyemiyor. İki fren bir gaz, iki fren bir gaz, gaz, gaz, gaz, gaz FREEEEEEEEEEN!

Şoför var gücüyle bağırıyor; "Kabloyu takmışsın kulağına, allaaan hıyarı, duymuyosun otobüs mü geliyo ne geliyo! Bağlıyolar kabloları kulaklarına, sanki cep telefonu mübarek, sanki bir robot!!! Bi gün ezecem şerefsizim bu kablolulardan bi tanesini görecekler!"
Oldukça sinirli.
Yaya geçidini fark etmiyor...
Yaya geçidinden geçmekte beis görmeyen (!) yayanın kulağındaki müzikçalara veryansın ediyor.

Kalpler çarpıntıdan yoruldu, maceranın sonuna yaklaşıyoruz. Yerimden kalkıp kalkmamak, düğmeye basıp basmamak arasında gidip geliyorum. Frenler çok acı, yere düşüp karizmamı incitemem, diye düşünürken bir cengaver abla kalkıyor yerinden. Bir fren daha! Abla yerde. Neyse ki düğmeye basmıştı diye düşünürken yakalıyorum kendimi, kadına yardım etmeye çalışıyorum. Durağa geldiğimde bir sabahın daha sonuna geldik, diye seviniyorum.

Bana bakıyor yine, farkındayım. Mutlaka benden önce iniyor otobüsten, önümden yürümek istiyor. Sarı-siyah ruganlarını giymiş bugün. Üzerine sarı ceket, bir de sarı çanta. Tombul kısa bacaklarında kısa siyah bir tayt ve kafasında da lüleleri açılmamış kızıl saç demetleri. Yüzünden taşan güneş gözlüklerinin altından sızan terlerle yokuşu da benden önce katetmek istiyor. Olmuyor... Yokuşu her zamanki gibi ben bitiriyorum.

25 Mayıs 2011

İstanbul'da İETT savaşları vol.1

Sabahları bilhassa minik tombik teyzeler tarafından itilip kalkılmaktayım. O sırada ondan çok daha önde olmam ve otobüse daha evvel adım atma ihtimalimin teyzeye verdiği iç sıkıntısı, kıyın kıyın yanaşıp yanımdan elini otobüsün kapısına uzatıp, diğer eliyle beni itmesiyle son buluyor.
Sonra mı?
Teyze poposunu bir türlü devşiremiyor otobüsün içine, o kapıda debeleniyor da debeleniyor tek ayağı havada. Arkada artan kalabalığın bastırmasıyla bir el atıyorum popoya, otobüse girip huzuru bulan popo, bu sefer de boş koltuk bulma güdüsüyle adeta bir savaşçı gibi etrafı kesiyor. Boş koltuk yoksa illa bir liseli vardır, diye düşünüyor teyze. Ve ilerliyor...

24 Mayıs 2011

Kendimizi yırtsak bir Lady Gaga çıkarır mıyız?

Baştan cevabını vereyim, buradan sonrasını okumak istemeyenleri özgür bırakayım; Hayır


Arzum şudur ki, Türkiye'de pop albümü yapılmasın, rock albümü de yapılmasın, olmuyor, olamıyor. Müzik otoritesi değilim, ancak emeğimin değdiği, yıllarımı kenarından köşesinden dokunarak geçirdiğim bir alandır. Ufak tefek eğitimlerimle, naçizane, şunu diyebilirim ki; bu ülkede kenarda köşede, çok popüler olmamış bir kaç iş dışında popüler müzik namına bir cacık çıkmıyor. Üstelik sadece eğitimsiz, bestelerini birilerine mırıldanıp notaya geçirilmesi için yardım almaya muhtaç, sesini ısıtmayı dahi bilemediği için her konserden sonra dağılan müzisyenlerden bahsetmiyorum. Hadi bunlar zavallı, hobisini meslek sanıp boyundan büyük işlere kalkışan, kendini eğitmek için fırsat yaratabilecekken kolay yolları zorlayan insanlar. Birer Oblomov torunu oldukları için onları kınamaktan da vazgeçtim bir süredir. Zaten iki ileri bir geri, hayalperestlik ile şanslılık arasında gidip geliyorlar. Bir kısmı ise son derece cahil ve zengin...


Malesef eğitimli müzisyenlerden de güzel işler çıkamıyor bu ülkede. Öyle bir garip rutine bağlamış ki müzik dünyası, bizim alkışladığımız işlere bakıp üzerinde 10 dk düşününce, bir boka yaramaz işler olduğunu kendimiz söyleyecek kıvama geliyoruz.


Sadece müzikalite anlamında konuşmuyorum şu anda. Şov yıldızlarımız bile çakma. Bir kaç tane çakma Madonna, bir kaç çakma Lady Gagalarımız var... Ama pop kültürünün içerisinde olup, erimeyen, aksine o kültürle dalga geçen, azınlık ve güçlü olmayı başaran bu marjinal kadınların ve bilimum erkeklerin çakmalarından sıkıldık. Rock dünyasının da hepsi birbirine benzeyen, tek ritm, dandirik pop rock karması gruplarından sıkıldık. Pesimistlikten içimizi ezen, ama felsefeden yoksun sözler ve tekdüze müziklerle beynimizi ütüleyen liseli kıvamında gruplardan da sıkıldık.






Ama mesela Yüksek Sadakat'a bir teşekkürü borç bilirim; bizi bu yıl zavallı minnacık milliyetçi tatminimiz Eurovision çilesinden kurtardığı için! Onların yarışacağını söylediklerinde öyle sevindim ki, nihayet bu yıl final zırvalarıyla on günlerce ana haber bültenlerimiz esir alınmayacak diye. Bilmemne ülkesi bize gıcık, oy vermiyor, gurbetçi Almanya'dan 10 puan aldık geyiklerini dinlemeyeceğiz diye. Çünkü bırakın dandirik Eurovision zırvasını, zaten normalde de asla benimsemediğim bir gruptur Yüksek Sadakat. Medya tekellerinden birinin en uzun soluklu yayınlarından birinden gelen bir grup üyen varsa, müzik basınında sıkça yer almak ve her festivalde sahneye çıkmak büyük bir sürpriz olmamalı. Hem belli bir yaştan sonra müzik kariyerine başlayan rockçı diye bir şey kabul edemiyorum. Kadayıf rockçı dediğin şöyle Ozzy Osbourne gibi olmalı, hayatını RocKnRoll yaşayarak ağartmış olmalı o kılları. Yoksa gördüğünüz gibi, sıradan orta yaşlı Türk rockçısı, sağdan soldan esin-sıradan bir pop-rock şarkısıyla, rock duruşunu yitirerek son derece gereksiz milli tatminlerin yaşandığı dandik bir yarışmaya 32 diş mutlu olarak girebiliyor. Dediğim gibi tekrar teşekkürler yine de, bu yıl Eurovision gibi dünyada sadece bizim "mesele" gördüğümüz bir yarışma ile daha fazla oyalanmayacağız.


Neden Lady Gaga'ya takıldım bu aralar, onu da bir sonraki yazıda anlatabilirim belki, şiddetle bekleyin \m/


12 Mayıs 2011

Emeğin kontrolünü ele geçiren Marslılar (?)

Blog yazmak bisiklete binmek gibi. Bıraktığında bir daha yapamam sanıyorsun, tekrar denediğinde ilk günkü gibi kotarıyorsun işi... Ama şu sıralar can sıkıntısına dönüştü bu blog işi benim adıma.

Bu Blogspot yasağı Bedevinin Günlüğü'ne yaramadı katiyen. Ben o yasakla yüzleştikten sonra, "ne yazsam, birileri benim iradem dışında gelip her şeyi bok edebilme gücüne sahip" diye düşünmeye başladım. Birilerinin benim emeğimin kontrolünü eline almış olduğu düşüncesi beynimi kemirip durdu. Ki haklı olduğumu hepiniz biliyorsunuz. Şimdi ne kadar emek verirsem vereyim, 1 saniyede her şey internetin bizim ulaşamadığımız farklı bir gezegeninde sıkışıp kalabilir. Hele ki şu 22 Ağustos kabusu gerçeğe dönüşürse...

O yüzden yazasım yok, yazdıklarımı paylaşasım yok.
Bu hepimizin büyük bedeviliğidir aslında, benimkiler yanında cüce kalır.

27 Mart 2011

Hayat öyle kısa ki, hiçbir şey içinde kalmamalı insanın...

25. yaş günümdü, "neden erteliyorum?", "nereye erteliyorum?", "doğru zaman belki de hiç gelmeyecek!" diye düşündüm. Her yaş günümde olduğu gibi yalnız kalıp düşünecek çok vaktim vardı.

Çocukluğumdan beri müzikle ilgileniyordum. İlkokulda öğretmenim keşfetmişti ilk olarak müziğe yatkınlığımı. Törenlerde marş söylemek suretiyle bir çok kez görev vererek başlattığı solistlik kariyerime ( :P ) 3. sınıftayken başladığım org kursuyla enstrümantal bir yön de katmıştık. Çok sevgili Mete Öğretmen'in düzenlediği kursta, her başarılı şarkının ardından bir adet çikolata ile ödüllendirileceğini bilmek, bir çocuğa İstiklal Marşı'nı bile çaldırabiliyor inanın ki :) Günler günleri, aylar yılları kovalarken ben ortaokulda okul korosunda yer almış, üstelik her yıl solo şarkılarla da yeteneğimi ödüllendiren müzik öğretmenlerim sayesinde, koro solistlerinden biri olmuştum. Bu arada elbette org çalmayı bırakmış, gitar peşinde koşmaya başlamıştım ki... Gittiğim müzik kursunda ısrarla klasik parçalar çaldırılınca, bir akdeniz akşamları bile çalamayışımın yergileri ile karşılaşmıştım. Üstelik çevrem 3 notaya aynı anda basabildiğim bu klasik şarkılarla ilgilenmiyor, "e hadi tıngırdat bir akdeniz akşamları" diyerek beni daha da strese sokuyorlardı... Gel zaman git zaman bu strese dayanamayıp, daha başarılı olduğum alanda, vokallikte kalmam gerektiğine karar vermiş, enstrümanlara veda etmiştim. Fazla motivasyona ihtiyaç duyduğum bu alanda, başkalarını dinlemekten daha çok keyif almaya başlamıştım.

Lisede ise ilk yıldan itibaren müzik öğretmenimin gözbebeği, e haliyle Türk Sanat Müziği hem de Türk Halk Müziği korolarının da solistlerinden biri olmuştum. Üstelik 2. sınıftayken İstanbul Liselerarası Müzik Yarışması'nda okuluma 1.'lik derecesini getirmiş, bu sayede tarafından hiç sevilmediğim okul müdürünün hışmından da kaçmayı başarmıştım. Pek sarmıyordu bu alanlar o dönemde beni, e bu durumda boş duramazdım. Canım arkadaşım Emir ile o dönem bir de rock grubu kurmuş, kendi okulumuz da dahil olmak üzere bir kaç da konser bile vermiştik. Müzik öğretmenim ÖSS sürecine girmemize ramak kala ailemle görüşmüş, bu kızı mutlaka konservatuara yönlendirmelisiniz diye çok dil dökmüştü. Fakat dönemin prestij anlamında Anadolu liselerinden sonra gelen SÜPER liselerinden birinde okuyan ben mutlaka bir BÖLÜMde okumalıydım... Başarılıydım, konservatuarda harcanmam kabul edilemezdi. Kibarca bu gerekçeler bildirilen öğretmen büyük bir üzüntüyle benim peşimi bırakmış, şans dilemişti. Son sınıfta üniversiteye hazırlanma gerekçesiyle ben de koroyu bırakmıştım. Hoş! Üniversiteye de hazırlandığım yoktu ya... Yine de o yıl, çok istediğim, kaç yıldır kesin tercih gözüyle baktığım Sosyoloji alanında eğitim almaya hak kazanmıştım...

Müzik bir aşktır. Her ne kadar aileniz meslek gözüyle bakmadıkları için bazı şeylere engel olsa da, toplum sizi uzaklaştırmaya çalışsa da... müzik bir yerlerden hortlar. Çünkü gizlenemeyecek kadar güzeldir.

Üniversitede de gruplarım oldu. Başarılı, başarısız girişimler. Okul bitti, iş hayatı başladı, e onlar da bitti kuşkusuz...

Ve 25. yaş günümdü, "neden erteliyorum?", "nereye erteliyorum?", "doğru zaman belki de hiç gelmeyecek!" diye düşündüm.


Hayat çok kısaydı, ertelemek ise aptalcaydı. Öyle yalnız kaldığım bir andı ki, sonunda kendim için bir şey yapma fikri çıkageldi zihnimin derinliklerinden. Ey müzik! İçimde çalmaya başladın bir anda...



Bu yıl, çeyrek yüzyılını doldurmuş bir ömür olarak, sonunda müzik eğitimi almaya başlayacaktım. Ufak bir araştırmadan sonra öğretmenimi buldum. Dünyanın en ilgi çekici insanlarından biri. Bir enerji, bambaşka bir dünya; Alexandra İvanoff

Yaş günümde kendime bir hediye verdiğimden bahsetmiştim. Biraz ilerleme kaydetmeden ne olduğunu yazmaya varmadı ellerim. Şimdi gururla söylüyorum ki, Alexandra ile Şan çalışmaya başlayalı tam 2 ay oldu. Ben çok mutluyum. Çok! İçimdeki müziğin susmamış olmasından dolayı çok gururluyum.

Okurken, insan kendini sadece öğrenci olarak görüyor; Çalışırken, insan hayatını işten ibaret sanıyor. İçinde olduğu koşulların müsaade ettiği şeylere vakit ayırıyor. Hayatımızda biri olduğunda da bu böyle aslında. Kimse sadece kendisi için bir şey yapmaya kalkışmıyor. Ama neden erteler ki insan? Sonsuza dek yaşayacağını mı düşünür? Mutluluk, küçük kararların ardında gizli. O küçük kararları beyninizin derinliklerinde bulup çıkardığınızda, büyük bir hazineyle karşılaşıyorsunuz.

Şu 2 ayda bir hayli yol kat ettim. Bu haftaki ödevim, bir zamanlar Pavarotti'nin de seslendirdiği, César Franck’in bestesi "Panis Angelicus"...

Aşağıda şarkıyı sizlerle de paylaşıyorum. Keyifle dinlemeniz dileğiyle... (Bir gün benden de dinlemeniz dileğiyle hatta :) )

07 Mart 2011

Bloguma Dokunma!!!

Kaç gün oldu, bloglarımız, özgürlük alanlarımız açılmadı. Ben birilerinin dediği gibi "ben giriyorum, siz de girin" sığlığıyla değil, paylaşabilmenin rahatlatıcılığını kaybetme korkusuyla “Bloguma Dokunma” hareketinin bildirisini paylaşıyorum sizlerle...




Bildiri

Bir ülkenin internet deneyimi ve tarihinin sansürlerle anılması çok trajikomik bir durumdur. İnternetin özü olan birey haklarının ve bireysel özgürlüklerin kısıtlanması, sosyal medya dünyasının özüne tamamen aykırıdır.

Bizler; Türkiye’nin dört bir yanından profesyonel veya amatör olarak blog tutanlar, internette günlük yaşantılarını ve birikimlerini ve deneyimlerini diğer insanlarla paylaşma hevesiyle tutuşan herkes, gelişmeleri endişe içinde izlemekteyiz.

5846’nci no’lu kanunun esnekliğinden mütevellit, 1 Mart 2011 günü, Google’a ait olan ücretsiz blog servisi Blogspot, Digiturk grubunun açmış olduğu dava sebebiyle erişime kapatılmıştır. Süper Toto Süper Lig’in yayın haklarının sahibi olan Digiturk bu davada, korsan olarak LigTV yayını yapan kişilere karşı kendi haklarını savunmak amacıyla hukuki süreç başlatmıştır. Ancak ilgili kanun gereği yasaklamaların, sitelerin adresleri ve alt-domainleri üzerinden değil; IP adresleri üzerinden yapılması sebebiyle Blogspot’a ait birçok ilişkili IP aralığı erişime kapatılmıştır. Böylelikle de binlerce blogger’ın kişisel sitesi sansür kurbanı olmuştur. Bazı bloglara bazı anlarda girilmesinin sebebi ise aynı IP üzerinde birçok blogun yer alması ve aslında her IP’nin yasaklanmamış olmasıdır.

İlgili kanunun esnekliğini ve nelere yol açtığını geçmişte birçok kez görmüşken, devlet sansüründen dolayı binlerce site yasaklanıyorken, Digiturk ve Google’dan daha duyarlı davranmalarını beklemek tüm blogger’ların hakkıdır. YouTube’daki korsan maç yayınlarını kaldırmak için yapılan özel yetki anlaşmasının bir benzerinin de Blogspot için yapılması ihtimal dışı değildir. Bugüne dek Digiturk ve Google bu konuda masaya niçin oturmamışlardır? Google kendi kullanıcılarının hakkını neden savunmamaktadır? Digiturk böyle bir topyekün sansürün yaşanacağını bile bile neden hâlâ, tek amaçları düşüncelerini diğer insanlarla paylaşmak olan bloggerları mağdur etmektedir? Öte yandan, Türkiye Cumhuriyeti’nin yasa koyucuları, vatandaşlarının ifade özgürlüğü hakkının gasp edilmesine neden hâlâ göz yummaktadır?

Kaldı ki bu korsan yayınları yapan kişiler, teknik bilgileri yüksek olduğundan bu yasaktan etkilenmemektedir. Tam tersine bu sansür, tek amacı blog tutmak olan internet kullanıcılarını etkilemektedir.

Digiturk, Google ve Türkiye Cumhuriyeti devletini artık bu sansür ayıbına karşı duyarlı olmaya, tüm sansür karşıtı internet kullanıcılarını bu harekete katılmaya ve tüm basın mensuplarını ifade özgürlüğüne destek vermeye davet ediyoruz.

Tüm Blogger’lar adına,

Bloguma Dokunma

01 Mart 2011

Digitürk'e açık mektup!

Ben http://bedeviningunlugu.blogspot.com/ sitesinin yazarı Zeynep!


Alınan son kararın ardından, bir blog ile olan hesaplaşmanızı tüm Blogspot kullanıcılarına mal eden kapatma kararına sebep olduğunuz için şirketinizi kınıyorum.

Bu erişilemeyecek bloglar nedir biliyor musunuz? O çok kıymet verdiğiniz (!) tüketicilerinizin yazdığı ve okuduğu/ çok kıymet verdiği yayınlardır. Şirketinizle ilgili bir kriz çıktığında / bir karalama yapıldığında önünü almakta en çok zorlandığınız iletişim mecrasıdır.

Kendi adıma yıllardır emek verdiğim, yazılarımı insanlarla paylaştığım blogumun böyle adaletsiz bir biçimde ulaşılmaz olacağını bilmek çok rahatsız edici! Ben emek veriyorum!

Bu elim hata düzeltilene kadar hiçbir şekilde evimde Digitürk ve şirketinize ait hizmetleri kullanmayacağımı bildirir, aileme, arkadaşlarıma ve iş çevreme de aynı şekilde karar almaları yönünde bilgi vereceğimi de unutmamanızı isterim. Ha bu arada, kendimi tanıtayım, ben Medya ve PR sektöründe çalışan bir metin yazarıyım. Benim gibi insanların başlatacağı bir internet krizine hazırlıklı mısınız???


Sevgili blog sahipleri!
Sizlerden bu adrese şikayet yağdırmanızı rica ediyorum.
Ben yukarıdaki mektubu bir de onlara gönderdim. Sizler de henüz tüm bloglar kapanmadan tepki yazılarınızı paylaşır, mektuplarınızı gönderirseniz yaşayacakları kriz hakkında bir bilgileri olur. Kim bilir belki de bu saçma kararın alınmasına engel olurlar...

04 Şubat 2011

Biliyor musunuz?

Dün 2 olay oldu, biri herkesin dilinde, öbürü ise benzerleri gibi görmezden gelinmeye, örtülmeye MAHKUM! Hıncal da ona cevap verenler de, savunanlar da aşağılayanlar da, "ah inanamıyorum biri şaka desin" diye acısını twitterda yaşayan sanal ağlaklar da, "bizim de başımıza gelebiliiiir" diyen empatistler de, "vay pislik sen misin bebeğini evde bırakıp çapkınlığa çıkan" diyenler de, eski fotoları çıkartıp sergileyenler de, polis tutanaklarını basına sızdıranlar da, şöyle iyiydi böyle tatlıydı hoşçakal birtanem diyip 1 gün içinde eller havaya moda günlerinde gezenler de, aman da dosttuk da şöyle anılarımız var böyle yanağımızı dayayıp uyumuşluğumuz var diyenler de, onun ağzından mektup yazıp insanlara ahlak dersi veren gerzekler de...Hangisi hatırlayacak 3 gün sonra? 

Hazır reytingten nemalanma derdinde olanlar bu furyayla sandıklardan çıkarttıkları dandik anılarını yakında temelli kaldırırlar nasıl olsa. Sadece o anne ve her yanından çekiştirilen o koca üzülebilir, oğlu bile hatırlayamayacak kadar küçük. Popülist medyatik zırvacılar gibi ismini defalarca haykırmıyorum, yargılamıyorum da... Sadece uyuz oluyorum bu köşecilere, cevapcılara, ekmek çıkartmaya çalışanlara.  

Biliyor musunuz? Dün Ankara'da 19 kişi öldü patlamada.. Olaya dair haberlere yer bile vermiyorlar, yarattıkları medyatik dram varken; ben buna üzülüyorum bugün... Orada hayatın gerçekleri içerisinde, belgeleri bile olmayan bir iş yerinde sabahlara kadar eşşek gibi çalışan; alın terlerini sömüren eşşoğlueşşeklerin alamadıkları önlemler yüzünden cayır cayır yanarak hayatını kaybeden insanlar var. Orada sigortaları bile olmadığı için küçücük çocuklarına, devlet babanın verebileceği o minicik tazminatı bile bırakamayacak kayıt dışı çalıştırılan ölü işçiler var. Ortadoğu Sanayi ve Ticaret Merkezi (OSTİM) gibi kallavi bir ismin altında; Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer'in olay sonrası, “İşletmenin işletme belgesinin olmadığını öğrendim"diyebilme pişkinliğini gösterdiği bir yangın yeri var... Açın bakın haber sitelerinde ne var? Olaya ilişkin yorum yapmak bile istemiyorum ama bu memlekette böyle ölüler de var, görebilme şansınız oldu mu???

31 Ocak 2011

Janis Joplin- The roller skate song

Bu şarkıyı kolay kolay her yerde bulamazsınız! :)
Çok şeker, binlerce defa dinlemek istiyor insan. Ki benim gibi uslanmaz bir Janis aşığı için bu gece fazlasıyla mutluluk verici oldu bu şarkıyı bulmam. Sizler de dinleyin, sizler de mutlu olun istedim :)


Janis Joplin - The Roller Skate Song .mp3
Found at bee mp3 search engine



I road my bicycle past your window last night
I rollerskated toward your door at daylight.
It almost seems
Like you're avoiding me.
I'm okay alone
But you've got something i need:
Well, i got a brand new pair of rollerskates
You got a brand new key.
I think that we should get together
And try them out, you see?
I been looking around awhile;
You got something for me
Oh, i got a brand new pair of rollerskates
You got a brand new key.
I ride my bike,
I rollerskate,
Don't drive no car.
Don't go too fast
But i go pretty far.
For somebody who don't drive
I've been all around the world:
Some people say i done alright for a girl.
Oh yeah...
I ask your mother
If you were at home
She said "yes" but you weren't
Alone
Oh, sometimes i think
That you're avoiding me -
I'm okay alone
But you got something i need
Well, i got a brand new pair of rollerskates
You got a brand new key.
I think that we should get together
And try them out you see?
Oh, i got a brand new pair of rollerskates
You got a brand new key.

29 Ocak 2011

Matruşka

İnsanoğlu matruşka gibi...

İçi açıldıkça başkalaşan, içine doğru gidildikçe küçülen insan...

Dışı boyalı, süslü püslü, karmaşık,
İçine girdikçe rengi azalan, deseni yok olan insan...

Uzaktan net görünüp, içini açtıkça karmaşıklaşan insan...

Bir iken, bin olan; sağı solu belli olmayan insan...

Hepimiz birer matruşka bebeğiyiz.Kat kat örülmüş, iç içe geçmiş, katman katman olmuşuz. Herkese başka bir katmanımızı sunuyoruz. Kimilerini allı güllü dış katmanımızla kandırıp, yavaş yavaş açıyoruz içimizi. Birbirimizi böyle böyle kandırıyoruz. İçerideki insancıklar ortaya çıktıkça korkuyoruz, uzaklaşıyoruz birbirimizden...

"Ben insanı bir görüşte tanırım" diyenler vardır hani. Afedersiniz ama "nah tanırsınız!". Mümkün değil. Bir katmanını çözdüklerinde insanı tanıdığını sananlar, büyük bir yanılgıya düşer ve yeni bir katmanla karşılaşınca öfkeye kapılırlar... Siz bu ukalalardan olmayın e mi?

14 Ocak 2011

Moda, moda mıdır Benjamin?

Moda, moda oldu. Zamanında bir takım şeylerin modası vardı. İşte sıradan insanlar bu moda akımlarının peşine düşer, o süreç tamamlanıp, misal taş devrinden yontma taşa geçildiğinde, taşları atar hemen ellerine birer alet alır sonra o taşları kıyır kıyır oyarlardı. Bunu 80’lerde vatka takip etti, ki kendisini anmak istemiyorum! Şimdi ise bizzat moda, moda oldu. Moda takibi, moda yaratma isteği gibi sonradan inme dürtülerle kulakları her şeye kesik gezen insanlar, moda modasını takip ediyorlar artık.

Bu camia acaip. Kendini Japon sananından tut Fransız sanana kadar çeşit çeşit ruh hali var piyasada. Ben de bir ara kendimi biraz İrlandalı sandım, sonra bir süre Hintli sandım bir takım ineklere taptım, efendime söyleyeyim Jamaikalı oldum misal… Akımlar var, akıyorsun güldür güldür. Bir adam çıkıyor, haydi paçaları daraltıp çivi gibi olalım diyor, sonra adamın biri jöle diyor, jöle ne şahanedir boca edelim kafamıza diyor, takip ediliyor ediliyor ediliyor…

İmaj dediğin bin bir türlü bir şey. Bir gün birine giriyorsun, öbür gün diğerine. Ama önemli olan senin neye girip çıktığın değil aslında. Sana girip çıkan var mı onu kesmen lazım arada yan gözle. Zira zaman kötü sevgili okuyucum. Zaman bayağı bir kötü… Yaaa… Yaaaa… Di mi Benjamin?


12 Ocak 2011

Bedevinin annesinden kedili güzelleme

Benim bir kedim vardı; Üzüm. Evlatlık almıştık kendisini, sonra bir şekilde anlaşamadık yollarımızı ayırdık demokratik bir biçimde. Eski notlarımı karıştırırken, benim benden bedevi anacığımın devirdiği bir çama rastladım:

"Dün Migros'ta 4 Ekim dolayısıyla tüm kedi köpek mamaları yüzde 50 indirimliydi.
Biz de fırsatı kaçırmayıp annemle gittik, kedoşumuza mama istifliyorduk.
O sırada türbanlı bir kadın geldi, ufak bir sohbet başladı aramızda, onun da kedisi varmış sizinki hangi mamayı seviyo vs diye soruyordu...
Elimdeki Whiskas marka mamayı görünce kadın dedi ki ''aaa ama o markada domuz var diyorlar!''

Ben bu yorum karşısında şok geçirdim, kıkırdasam da ses etmedim,
Sonra annemden beklenen bomba geldi 'Niye? Sizin kedi namaz mı kılıyor?' "

Hoca Nasreddin soyundanmış benim anam zaar...

(Annem de ben de türbanlı insanlarla bir sorun yaşamıyoruz; her kesimde cahillikler görülebilir. Yanlış anlaşılmasın...)

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...