29 Temmuz 2010

Aydın mı ey "Aydın"?



Bu ülkenin insanlarının kendilerini acımasızca eleştirerek aşağılayan aydınlara değil, değişime ve dönüşüme önderlik ederek iyi niyetle onları eğitecek aydınlara ihtiyacı var. Bu nedenle Say'ın tavrı ters etki yapacak ve insanların kendi yaptığı müziğe karşı bile önyargılarını tetikleyecektir. Evet, Say önemli bir müzisyen. Dünyada belki de klasik müzik denildiğinde ismi geçen bir sanatçı. Fakat şunu da unutmamak gerekir ki klasik müzik batıya ait bir müzik geleneğidir. Kendisi de Türkiye'de Türkiye için yabancı bir müziğin icracısıdır. O nedenle insanların zeka ve entelektüel birikiminin klasik müzik severlikle ölçülemeyeceğini de bilmesi gerekir. Ve tabi ki gerçek bir sanatçının egolarından arınması gerekir. Arabesk müzik tartışmasını hiç konu almak bile istemiyorum. Ben de kişisel olarak arabesk müzik duyunca kaçanlardanım. Ama ben rock dinliyorum diye de bütün halktan rock müzik dinlemelerini, Deep Purple ile yatıp Metallica ile kalkmalarını beklemiyorum...
Üstelik bir zamanlar kitabında  "halkımı klasik müzikle tanıştırmak zorundayım" diyen Say, nasıl oldu da bu kadar yabancılaştı bizlere? Üstelik Anadolu aydınlarımızın katledildiği gün orada, Madımak'ta hayatını yitiren Metin Altıok için bir oratoryo bile hazırlayan Fazıl Say! Anadolu'dan kopuşu, magazinselleşen hayatı ve talihsiz açıklamalarıyla gerçek bir entelektüelden bir "entel"e mi dönüşüyor?

Tekelci "sanatçı"lar
Yaşadığımız sistemde her şey tekellerin ellerinde. Ve karşımızda toplumu dönüştürme birikiminden aciz, toplumla ilişkisi kalmamış tekelci enteller var. Sanatı da mı tekelleştireceksiniz sayın burjuva entelleri?
Osmanlı'nın çöküşe geçtiği yılları tarih derslerinden, filmlerden, kitaplardan hatırladığımız kadarıyla bir irdeleyelim. Yüksek tabakanın dili Fransızca, giyimi lümpen olmuş. Bir yanda Fransızlar dalga geçiyor Osmanlı eliti zengin kırolarla, bir yandan fakir ve eğitimsiz halk tiksiniyor onlardan. Dejenere oluşlarını okuma yazma bilmeyen gariban bile görüyor da kendileri bir aynaya bakamıyorlar.

Beğenmiyorsanız değiştiriniz efendim! 
Beğenmiyorsanız hizmet ediniz, çaba gösteriniz, yoksa bir ömür homurdanıp huysuz nidalarla nefret söylemleri saçmaya devam edeceksiniz. Siz, hani "aydın" kesimsiniz ya, biz sıradan halktan daha güçlüsünüzdür, halkı değiştirmeye çalışabilirsiniz. Ama unutmuşum! Siz halka karışamazsınız. Kendinizi zorla dışlatan, faşizanca küfürler savurarak onları aşağılayan bir geleneğin aydınısınız siz. Sizin gibilerin fakir olan versiyonu ise sokaklarda insanların idam ile cezalandırılmasını memleket yararına görüyor, ülkenin kurtuluş formülünü bu koşula bağlıyorlar.
Evet arabesk müzik "kıro" bir akımdır. Ama sizin gibi tanrılaşmak için kendisini parçalayan, ama özünde kendi kıroluğundan korkan; özüne dönmeyi fobi haline getirmiş, bu nedenle de devekuşu gibi kafasını kumlara gömen "aydın"lar halkın varoluş çabasından da, devrimlerden de korkarlar aslında. O nedenle değiştirmek yerine eleştirmek, harekete geçmek yerine oturduğu yerden aşağılamaktır siz yeni nesil "aydın"ların ortak davranış modeli.
Siz Sayın Say, kendinizi zorla saydıramazsınız. Sadece sizler gibi "dahi"lik gazıyla şişirilmiş, lümpen aydınlar sınıfında alkışlanarak da saygın olamazsınız. Ya kendi küçük topluluklarınızda birbirinizin sırtını kaşıyarak mutlu olmayı öğreneceksiniz, ya da penguen kılıklı smokinlerinizi sırtınızdan atıp ara sıra otobüse-minibüse binecek, insanların bu ülkede nasıl insanca "yaşayamadıklarını" görüp elinizi taşın altına koyma cesaretini göstereceksiniz. Yoksa hiç bir işe yaramaz sanatçı kimliğiniz. Siz de Osmanlı'nın Fransız özentisi zavallı aydınları gibi ancak oralarda değer görürsünüz... "Arabeskten nasıl kurtuluruz?"dan önce, "gerçek aydınlar nerede?" sorusunu sormaya ihtiyacımız var.

27 Temmuz 2010

Peki ya kızlar?

Efenim bu yazıyı sevgili arkadaşım Hayyam'ın Açık Öğretim isimli yazısını okuduktan sonra kaleme almaya karar verdim. Kendisi yazısında ergenliğe giren gençlerin hayatını kabusa çeviren edepsiz amcaları irdelemiş. Şüphesiz her erkek çocuğu bu eziyeti tadacaktır. Ergenin cinselliğe giriş yapamadan travma yaşayıp ömür boyu sürecek başarısızlıklara sürükleneceği bu yol, böyle amcaların edepsizliklerinden, ısrarcılıklarından geçer aslında.
Siz onu okuyun da sonra gelin bunu okuyun bir de...

Peki ya kızlar?
Kızlara da travma yaşatmak üzere, o amcalarla aynı misyonu yüklenmiş teyzeler vardır. Kız çocuğu daha ergenliğe çeyrek kala rampasına gelmişken, teyzelerden iddialı tacizler gelir.

"Kız gel bakiym fındıklar çıkmış mı?"

"Heheheh Mukaddes Hanım'ın kızı Leyla'yı bir görsen, kız daha 10 yaşında memişler kavun gibi hoh hohh hohhohh hoh"

"Kızzzz! Sana dedim, gel kız! Ayy utanıyo... Kız aynısından bizde de var, gel bakiym fındıklar çıkmış mı????"

Erkeklere karşı takınılan "Göster amcalara!" durumu, bazı edepsiz "kabul günü teyzeleri"nce kopyalanıp, mini mini kızları travmadan travmaya ve hatta gelecek komplekslere sürüklemiştir.

Aynısından onda da olması (ki nasıl aynısı oluyorsa) teyzeyi bu eyleminde de haklı çıkartmıştır üstelik. Bütün gün teyzeleri ortadaki diyaloğun farkına vardıkları anda olaya dahil olurlar ve 5 metrekarelik salonun her yerinden bir yorum gelir.
"E tabi kızııım hepimizde var hehehöhöhö"

Hatta edepsizliği iyice ele alıp, "Yarın bir gün evlenince kocana da mı göstermiicen kıız!" diye çılgın atanlara da rastlanabilir. Ki en beteridir...
BKZ: çılgın atmak

Bir de fısırdaşanlar vardır ki, onlar da ayrı bir gıcıktırlar. Ergenliğe 5 kala kapısından geçmek üzere olan kız çocuğunun annesinin kulağına eğilinir. Ve... "şey oldu mu bu?" diye sorulur.
Sanki kız çocuğu duymayacak, duysa da anlamayacak sanıyor böyle fısfıslaşınca. Üstelik bir de muzur muzur kıza yan gözlerle bakıp kıkırdaması da cabası. Anneler de uyar üstelik bu edepli görünümlü meraklı teyzelere. "Hıhıhı yook yook" der mesela, veya "Hohohoh oldu oooldu, aman duymasın utanıyo heheheh" diye karşılık verir. Şeytan der ki küçük kız çocuğuna, al o kısırları, yalancı çiğköfteleri, su böreklerini, geçir kafalarına.

Zaten mini boy kız çocuğu hayatında açılan bu sancılı döneme isyankar bir duruş sergilemektedir. Bir ömür boyunca her ay kanayacak ve ağrıyacak olduğunu duyduğu andan itibaren içinde cinsiyet ayrımının doğa yoluyla kadınlar üzerinde kurduğu eşitsizlikten tutun, kendini pis bir canlı olarak görmeye kadar her türlü anksiyeteyi yaşamaya başlamıştır. Şimdi bu teyzelerin hezeyanları olacak iş midir? Ayrıca hani merak kediyi öldürürdü? Ben hiç bir günde yediği içli köfteler yüzünden bir maceraya atlayıp ölen teyze görmedim. Ah bebek görmedim!

Şimdi Hayyamcığın yazısına istinaden daha neler neler yazasım var da, hem biraz üşendim hem de çok bilmişliğin itici imajını üstüme almak istemiyorum. Yoksa daha anlatılacak çok örnek var bu teyzelerle ilgili (Mesela gerdek ertesi muhabbetleri bambaşka bir yazıya gayet muhteşem bir konu olabilir. Zira bu meraklı teyzeler, yeni evlenen genç kıza sordukları sorularla benim diyen taramalı tüfeğe taş çıkartabilir, kızın aklını da canını da çıkartabilirler...)
(ki ben örnek muhabbetlere de şahit oldum...)
(Böyle durumlarda hiç duymamış gibi yapıp olay mahallini terk etmek ve yeni geline şans dilemekten başka bir şey gelmiyor aklıma üstelik)

Neyse... Esen kalın :)

17 Temmuz 2010

Duraklar üzerine...


Aşk yolunda elele yürürken, bazen elini boş bulur insan. Çünkü çift girdiğin yolda, bazen eşin sapaklara sapar tek başına... Yürümekten vazgeçersin veya tek başına da olsa yola devam edersin. Her şey seçimlerine bağlıdır aslında;
Elini dolu görmeyi hayal edersen öyle de görebilirsin, ta ki bir rüzgar esip o hayal bulutunu süpürene dek.
Elini tutarken sevgili, o eli boş da görmeyi hayal edebilirsin, ta ki gerçekten yalnız kalıp kalbine sızılar dolana dek.

Aradaki tek fark, kendi ellerinle ateşe attığın sevginin yeniden canlanıp yüreğini ısıtamayacak olmasıdır. Geriye dönemezsin, tekrar bir başkasıyla başlayamazsın yola, sıkılırsın. Geçtiğin yollar tanıdık, yanındaki ise yabancıdır. Bir yabancıdan ise yol arkadaşı olmaz insana. Olsa olsa durak olur, ikinci defa asla uğramayacağın.

15 Temmuz 2010

Yaktın beni Body Shop!


Er cinsten bakir bir arının kurbanı oldum ey ahali! 
Parfüme dair okuduğum ilk kitap Patrick Süskind'in "Koku" romanıydı. Bilenler bilir, kokulara karşı aşırı duyarlılığı ve ayırt etme gücü olan, doğuştan olağanüstü yetenekleri ve sosyalleşme problemleri olan bir psikopatın mükemmel kokuyu yaratmak için güzel bakireleri öldürüp kokularını damıttığı bir romandı "Koku". O güne dek, iyi kokmanın insanın başına bela açabileceği aklıma bile gelmemişti. Aksine kötü kokuların insanların başına bela açmasını diliyordum içten içe. (ki hala öyledir, kötü kokan hiç bir şeye tahammülüm yok, benim de koku duyum oldukça gelişmiştir.) Neyse, kitaptan sonra bir süre parfüm kullanmadığımı bile söyleyebilirim.

Psikopat hayal karakterlerini geçersek, tatlı kokuların çekici olduğu doğru. Bizler de bu çekiciliğin büyüsüne kapılıp kullanıyoruz parfüm denen tetematı zaten. Ama her zaman sadece insanoğlunun ilgisini çekmekle kalmıyor, bilimum haşeratın da ağzını sulandırıyor leziz kokular. Ben de kokuların ve renklerin peşinden giden bir canlı olarak Body Shop, Lush gibi mağazaların önünden geçerken ağzım sulanıyor, içim gıcıklanıyor, içeri girip her şeyi almak, her şeyi koklamak, dokunmak istiyorum! Hatta bazen o ürünleri ısırmak, yemek istiyorum (iğrenç miyim?). Ama sanırım doğanın döngüsünde en önemli yeri kaplayan arılar da tıpkı benim gibi düşünüyorlar!

Geçen sabah yine gözümün şişi inmeden ne bulursam üstüme geçirdim, işe gideceğim için zar zor bir iki allık darbesi ile yüzümü renklendirdim, jölemi sürdüm, dişimi fırçaladım ve son olarak doğumgünümde can arkadaşlarımın bana aldığı şeker kokulu parfümümü sıktım. Yola çıktığımda hala gözüm açılmamıştı. Zaman zaman bu uyku haliyle bir yerlere takılıp sendelediğim bile olur. Neyse, her gün olduğu gibi karşıya geçtim, otobüse binip Gayrettepe'ye geldim. Her şey yolunda gibiydi. Ofise girdim, herkese Merhaba diyip hemen mutfağa koştum. Bir canlanma çayı ile kendime gelmek niyetindeydim. Önce sevgili kuaförümün (kendisini image maker olarak tanımlayan bir megoloman) bana tarz katmak için kafamın gerisinde bıraktığı kuyruğumun enseme değen yerinde bir kaşıntı hissettim. Sonra bir vızıltı. Ay bu karasinek nereden gelmiş de saçıma konmuş diyerek elimi enseme attım.

HOOOOP gömleğimden içeri bir şey düştü!
O andan itibaren gelişen olaylar;
Koridorda koşan bir Zeynep!
"Kızlar sırtıma sinek girdi birisi çıkartabilir mi lütfen" diye bağıran bir Zeynep,
"Ay ay ay! Ay yandım! Of bir şey ısırdı sırtımı yetişin yaaa!" diye bağıran bir Zeynep!
Böğürerek isyan eden bir Zeynep...
Lavaboda kadın nüfusunun artması; Gömleğimi çekip çıkarttıklarında sırtıma asılı duran arıyı görmeleri ile ufak bir kargaşanın patlaması; Cevval stajyerimin arıyı kovarak sırtımda kalan iğnesini çekip çıkartması; derken benim acılar içerisinde kıvranmaya başlamam...

Vay arkadaş!
Ofiste ne işin var!
Hadi saçıma yapıştın geldin, hadi çiçek gibi, şeker gibi kokuyorum anladık, niye ensemden içeri giriyorsun, sapık mısın?
Hadi girdin, neden sokuyorsun!!!
Soktun da ne oldu? Öldün, değdi mi?

Tabi bir bedevi olmamın verdiği alışkınlık ile duruma o kadar da çok şaşırmadım. Aslında kimse şaşırmadı, ne Facebook ahalisi, ne de twitter ahalisi. Bedevidir, böyle şeylere şaşırmama gerek, gibisinden yorumlar geldi.
Ama en tatlı yorum anneme aitti; "Ah yavrum, her şey de seni buluyor..."

Bir kozmetikzede olarak isyanım o şaşkın arıya değil, doğanın canlılara verdiği bu seçiciliğedir. (Ayrıca zaten vahşi arımız iğnesini kaybedince trajik bir biçimde öldü, nihohah. Bkz: ölü arıya bir de ayakkabıyla vurmak)
Bir de o kokuların üzerine ne olur yeni uyarılar yazın.
Mesela; "Dikkat! O kadar tatlı kokuyorsunuz ki, arı sokabilir!";

"Dikkat! O kadar tatlı kokuyorsunuz ki, sakın doğaya çıkmayın, ayılar kovalayabilir!" gibi...

09 Temmuz 2010

Bedeviden eleman olmaz


Sayın Yetkili,

Boğaziçi, Odtü, Bilgi, Sabancı, Koç Üniversitelerinden mezun değilim. Mühendislik, işletme, iktisat, hukuk veya tıp okumadım. Yani aslına bakarsanız sizin için gereksiz ve işe yaramaz bir bölüm okudum; Sosyoloji. Üstelik de Sakarya Üniversitesi'nde. Aslında tüm bunları göz önünde bulundurarak haddimi bilmeli ve ilanda bahsi geçen pozisyona başvurmamalıydım.

İki yıldır sağlık sektörüne hizmet veren bir iletişim firmasının kurumsal yayınlarının yazı işleri sorumlusuyum. Firma bünyesindeki 3 adet derginin metin yazımı, muhabirlik, redaksiyon ve editoryal işlerini yürütüyorum. Yani bir şeyler satıp pazarlamadığıma göre veya yöneticilik yapmadığıma göre işe yaramazın tekiyim. Zaten sürekli okuyan ve araştıran bir insan olduğum için, sizinki gibi kurumsal bir şirkette diğer çalışanlarla dedikodu ve entrika çeviremeyeceğimi tahmin ediyorum. Beni işe almamanız için bir çok nedeniniz var.

Ama bununla da bitmiyor elbette. Çalıştığım firmada çeşitli projeler yazıyorum, yaratıcı çalışmalar konusunda çok iyiyim. Bu da demek oluyor ki hayalperestin, tembelin tekiyim. İnsan yaratıcı olur mu? İşveren ne söylerse birebir onu yapar, işin içine yaratıcılığını sokmak demek burnu büyüklüktür, şımarıklıktır, ne haddimedir hatta, çok ayıp.

Ayrıca boktan boktan işlerle uğraşıyorum. Mesela sosyal medyaya ilgi duyuyorum. Bu konudaki gelişmeleri takip ediyorum işim yokmuş gibi. Mal mıyım neyim? Üstelik sosyal ağlara da takılıyorum, facebook'ta yazdığım bir şey veya siyasi duruşum yüzünden beni işten rahatça kovabilirsiniz. Tazminatsız, şartsız, mis gibi. Bu arada bir blog sitem de var, Bedevinin Günlüğü diye. Orada yazdıklarımı okursanız ne kadar asabi ve geçimsiz biri olduğumu da anlayabilirsiniz. Böyle huysuzların özgeçmişi bile okunmaz ya, siz belli ki şuraya kadar önyazımı okudunuz. Valla bravo. Hem sosyoloji mezunu, hem yazar, hem blogcu, çekilecek çile değil. Başka internet siteleri ile de ilişiğim var ama daha fazla antipati toplamak istemiyorum.

Şimdi size kişilik özelliklerimden veya ilgilendiğim pozisyonlardan falan da bahsetmemi hala bekliyorsanız zaten enayinin tekisiniz bence. Ben yüzsüzlük etmeyeceğim, söylemeyeceğim. Zaten bok gibi şirketiniz var. Antin kuntin iş icat ediyorsunuz. Sizinle çalışmak falan da istemiyorum aslına bakarsanız. Özgeçmiş ve önyazımı size neden yolladığım bile belli değil. Allah Allah manyak mıyım neyim?

06 Temmuz 2010

“Hayat dallamalarla çalışmak için çok kısa”

Standart bir çalışanın hayatı üzerinden şöyle ufak bir hesap yapalım. Her gün 9 saat iş yerinde olan bir insan -hadi diyelim ki öğle arasında çıkıp tek başına yemek yedi- nereden baksanız bakın günde 8 saatini iş arkadaşlarıyla geçiriyor demektir. İstanbul gibi bir şehirde de günde 2 saatinizin yollarda geçeceği aşikar, tabi işe vasıta kullanmadan giden küçük azınlıktan değilseniz. Etti mi size günün 11 saati. Geri kalan 13 saatin de 7-8 saati uyku olmak ve gerisi de muhtelif ihtiyaçlara sarfedildiğini düşünürseniz; günün en büyük dilimini işte geçiriyorsunuz!
Her ne kadar iş de yapıyorsanız, kafanızı bacaklarınızın arasına gömüp tüm gün kimseyle muhatap olmadan çalışma şansınızın olmadığı gerçeğini kabul edin. Hele ki bir dallamayla çalışıyorsanız onu asla görmezden gelemezsiniz. Ha bu konuyla ilgili bir sürü de kitap yazılmıştır eminim. Ama ben de bir şeyler söylemezsem karnıma ağrı girer.
Bu şahıslar size kendinizi kötü hissetmeniz için sürekli olarak uyarı gönderirler. Onların bir bitki olmadığını düşünürsek, bu uyarıların sözlü, şekilli, kanlı canlı ve bu nedenle de oldukça sinir bozucu olduklarından emin olabilirsiniz. Kimisi rekabet etmeye çalışır, kimisi kendine bir üstünlük biçer ve bunu kanıtlamaya çabalar, sürekli bir mücadelesi vardır bu tiplerin. Haaa kimisi başkalarını diline dolayarak egolarını cilalar, kimisi işveren hakkında tüm gün atıp tutarak rahatlamaya çalışsa da patron gelince bir ayaklarına kapanıp öpüp koklamadığı kalır. Bu dallamalar için herkes çok kötüdür, kimse onları anlamıyordur. Tartışmayı bilmezler, analitik düşüncenin -a'sı mevcut değildir beyinlerinde. Bilgileri yoktur, fikirleri çoktur. Üstelik fikirlerini iyi bulmazsanız sizinle iletişim kuramadıklarından bile şikayet ederler. Kısacası ağızlarına kürekle vurulasıcadırlar. Yaz sıcağında uzun saatler sonunda uykuya dalabilen muzaffer kişinin kulağında vızıldayan sivrisinektirler.
Peki bu dallamalardan kurtulmanın bir yolu yok mudur? İllaki gidip patrona, ben bu dallamayla çalışmak istemiyorum mu demelisiniz? Ya patronunuz dallamaların iş ortamını kızıştırarak daha iyi iş çıkarttığınıza inanıyorsa? Ve galiba yolu yoktur da... Çünkü bu dallamalar o kadar çoktur ki aslında, onlar için mekan değiştirmek de çok mantıklı değildir. Bu dallamalıkla çözümsüz denklemler oluşturmayı başarabildikleri için kendileriyle övünmelidirler. Yolda görseniz selam vermezsiniz ama günün en kıymetli 8 saatini de bu insanlarla paylaşmak zorundasınızdır. Tanrım! Çinliler bile işkence konusunda bu kadar yaratıcı olamadılar, nedir insanların bu dallamalardan çektiği?
Ama yine de bir kaçış yolu bulmak gerek, ne de olsa “Hayat dallamalarla çalışmak için çok kısa” (Bernbach)

04 Temmuz 2010

Bir merdane var benden içeri...

Bugün Friendfeed, Twitter ve Facebook'umdan duyurduğum üzere, geleneksel Türk teyzesi yöntemlerini benimsiyorum ve kendime silah olarak MERDANEyi seçtim! Terlik ve oklava seçeneklerim de vardı ama merdanenin tarzıma daha uygun düştüğünü düşünüyorum. Yıllar yılı geleneksel aile yapısı evlatlarını böyle ev silahlarıyla eğitti, terbiye verdi. Merdane, terlik, oklava ne zaman ki tedavülden kalktı, etrafı terbiyesiz sardı. Ben kendimi bu davaya adıyorum! Her sağlıklı "teyze"nin sahip olduğu gibi benim de bir tane en büyük boyundan, kalınca bir tahta merdanem var ve bu konuda XPlerimi en kısa sürede arttırmak için çalışmalara başlıyorum.

Şimdi efenim ilk ciddi kurbanım üst kattaki anormal yönetici ailesi olacak sanıyorum ki. Zaten beni şiddete meyillendirenler de onlar oldu. Olayı şöyle özetliyeyim;

Geçen gün apartmana, "camlarınızdan halı-kilim-örtü silkelemeyiniz, elektrik süpürgesi kullanınız" diye uyarı astım. Hemen yanına üst komşumuz olan sapık yöneticimiz bir uyarı asmış. "Canının istediği gibi buraya yazı yazma! Her pazartesi öğlene kadar örtü silkelenecek, apartman kararı var. Halı değil örtü! Apartman kararı var" yazmış. Hadi dedim yemiş olayım. Çünkü her gün bir şeyler silkeliyor bunun karısı.
Bugün, yani PAZAR, yine bir şey silkeledi uyarıları yazan yönetici. Evin içine toz doldu. Annem de camı açıp bağırdı, madem pazartesi için karar aldınız kendi uyarınıza uyun bari, diye.

Ben de yeniden uyarı yazısı astım :D "4 Temmuz PAZAR günü yönetici dairesinden örtü silkelenmiştir. Pazartesi için düzenleme yapanların uyarmasını rica ediyoruz." diye. Sonra dedim ki, o kadar uyarı yazıp da kendisi uymuyorsa anlamaz ki uyarıdan. Kapının önüne hemen bir tane tahta merdane koydum.

Böylece hayat felsefemi tamamen değiştiriyorum. "Ve şiddet tüm anlaşmazlıkları çözer" önermesini bu konuda kendime kılavuz belliyorum. Bir daha uyarı yazısı asmayacağım, kimseye sözlü uyarı da yapmayacağım. Çok derdim değil örtü silkelenmesi, ama oraya yazı yazıp artistlik yaptıktan sonra eğer kendisi örtü silkelerse işin rengi değişir. Bir daha yöneticinin karısı bunu tekrarlarsa yukarı çıkıp direk döveceğim mahsus. Ama ciddi ciddi. Akşam gelince mesajımı alır herhalde kendisi de :)

Eski sistem kadın olacağım bundan böyle. Artık sözler değil merdaneler, terlikler konuşacak! Merdane rulez!!!

İkinci kurbanım ise beni bu kadar ciddi sinirlendirmeyen fakat bir iddiaya dönüşmüş olan bir dava sonucunda listemdeki yerini aldı. Sevgili arkadaşım Oğuz, geçen Merlion 3 buluşmasında suratımda elektro-boogie & tokat birleşimi bir combo patlatarak beni şoktan şoka gark etmişti. Önümüzdeki Merlion 4 buluşmasını da fırsat bilerek kendisine meydan okuduğumu bildirdim hemen. Oğuz'a merdanemle tanışacağı güne dek geri sayım yapıp onu gerecek bir sayfa hazırladım. Buyrun adresi burada; http://ompmerdane.blogspot.com/  Siz de sayaca bakarak bu heyecana ortak olabilirsiniz. Zira sayaç sıfırlandığında kendisinin yanağında bir adet silindirik yumru oluşacak keh keh keh keh ;)

Yeni kurbanlar belirlemek konusunda ise seçici davranmayacağım, bilginiz olsun...


02 Temmuz 2010

Ünlülerin annelikle imtihanı

Aşırı ünlülerin çocuklarıyla ve annelik duygularıyla ilgili pek anormal durumları başgösterdi.
Son dönemlerde sıkça şahit oluyoruz "freak" anne baba haberlerine. Bu manyaklıklara aslında Amerikan ellerindeki doyumsuz selebritiler başladıysa da, biliyorsunuz ki ülkemiz özenti sosyetesi de hemen buna uyum sağladı.


Bir yanda dünyanın hasta olduğu kadın Angelina Jolie, 4 yaşındaki biyolojik kızı (bir çok da evlatlığı olduğu için böyle telaffuz ediyor) Shiloh'un erkek olmak istediğini söylüyor. Bu durumu yadırgamadığını, aksine gidip çocuğun saçlarını kestirip ona erkek kıyafetleri aldığını anlatıyor gazetecilere hararetli hararetli. Sonra da kızının moda zevkini övüyor, “Shiloh’un Montenegro stiline sahip olduğunu düşünüyoruz. Eşofman ve takım elbise giymeyi seviyor”. 4 yaşındaki kızın moda zevki? Cinsel tercihinin bilincinde olması? Hmm...

 
Gelelim Madonna'ya! 13 yaşındaki kızıyla ortak olup bir çocuk moda markası yarattığını açıkladı. Kıza hemen bir internet sitesi kuruldu ve blog bölümünde yazmaya başladı bücürük kızımız. Bizlere yarattığı koleksiyonundan bahsediyor. Annesi ise kızımın moda anlayışı benim şu anki halimden bile iyi, diyor. Kızı da annesiyle gurur duyuyor çünkü bu yıl saçlarını boyatmasına izin vermiş... Yaş 13, moda ikonu, saçları boyalı, çocukluğunu yaşamak yerine şöhret ve para peşinde... Yazın bir kenara.



 
Türkiye'nin çakma starlarından biri Ebru Şallı! Geçmişini karıştırmadan, sadece bugünkü durumunu bile özetlemek yeterli nasıl sapkınca tavırları olduğunu açıklamak için. Bir anda Türkiye'nin en güzide annesi, ailesini çekip çeviren güçlü kadın, pilates uzmanı spor hocası ve servet veliahtının karısı olduğu yetmedi. Üremeyi de pek seviyor. Ama doğasına biraz aykırı olarak... Efenim hanımımız hamileymiş, "hiç bir şey zayıflığın verdiği his kadar lezzetli değil", "şişman kadınlar çirkindir" gibi garip hayat mottolarından sonra bir de hamilelikte hiç kilo almadan sağlıklı çocuk doğurulacağına dair açıklamalar yapıyor. Şok diyetlerle, zayıflama haplarıyla ölen insanların yaşadığı, kişi başına düşen gelirin yerlerde süründüğü ülkemizde, şişmanlığın pislik rezalet bir şey olduğunu ve hatta bebeğinizi beslemek pahasına bile bir gram almamanız gerektiğini bildiriyor haspam. Ülkemizde en Fotoğraf: Temsili Ebru Şallı  çok tüketilen gıdanın ekmek olduğunu ve anaçlığın kadınlık geleneğimizde olduğunu hesaba katmıyor.

Geçelim anaçlığı, karnında bebek besleyen bir insanın, hiç olmazsa o bebeği büyütecek ve sağlıklı dünyaya getirecek kadar kilo alması gerek. Ama bu hatun hem 5 aylık hamileyim sadece 1 kilo aldım diyip, çıkmamış karnını kameralara gösteriyor sırıtarak. Hem hala diğer insanlar kadar ağır spor yapıyorum, pilatese devam ediyorum, diyor. Ayrıca uzun yıllardır da hiç et yemiyormuş...
Bu kadın yüzünden kaç kompleksli kadın çocuğunu düşürecek bilemiyorum...

Merak ediyorum, ünlü olunca annelik hissiyatı nasıl bir manipülasyona uğruyor?

“Temple of the dog”

Bir hikayenin başlangıcı...

14 yaşında kız çocuğu. Sıkı rockçı. Döneminin tüm imkanlarıyla pazar geceleri radyoda Güven Erkin Erkal ile müziğin nabzını tutarken bir yandan da arkadaşlarıyla kasetlerini paylaşırlar. Gereksiz İngilizce eğitim kasetlerinin üzerine Metallica'lar, Pentagram'lar kaydedilmeye başlanmış, CD'ler daha yeni yeni ünlü olmaya başlamıştır. Küçük bir teybi vardır, sadece kaset çalan. O yıl tek isteği doğumgününde odasını laciverte boyatmak, kocaman hoparlörleri olan ve cd çalan bir müzik setine sahip olmaktır. İstediği sürprizi yaparlar, önce boyanır oda, sonra da kendince “dev” müzik seti odanın en değerli köşesine yerleştirilir. Bundan sonra, apartman boşluğuna bakan penceresinden tüm camları titretecek volümde rock yayını yapmaya başlayacaktır. Komşular bu durumdan mutsuzdur, ama içinde müzik aşkıyla yanıp tutuşan bir genci kimse yıldıramaz. Okula gitmek için alarmlı saat kullanmaktan vazgeçmiş, yeni müzik setinin tüm imkanlarını sömürerek sabahları Metallica ile uyanmaya başlamıştır. O yıl önceki yıllar babasıyla gidip Saray'da dürüm, tatlı yediği, tavuk suyuna çorba içtiği Kadıköy'de, yalnız başına “takılmanın” keyfini çıkartacaktır. Bir yeni liseli olarak, hazırlık sınıfının tüm genişliğinin imkanlarını kullanacak, 3'ten yukarı çıkmayan İngilizce notları ile kafasında notalarla yaşayacaktır. Okulu asmalar, Akmar'a gitmeler, ilk biralar, sigaralar, siyah kuru kafalı tshirtler ve yeni grupları tanıma sevdası ile kendisine ucuz cd bulabileceği yerler araştırmaya başlar. İşte o zaman tanır adamını!

Delikanlı 20'li yaşların başında, üzerinde mor forması altında bisikletiyle Kadıköy'ün tanınan yüzlerinden biridir. Bisikletiyle gazete dağıtırken verdiği emeğe karşılık sömürüyle karşılaşınca isyan etmiş ve Akmar'ın orada cd tezgahı açmış, oralarda bir ilki gerçekleştirdiği için de epey tanınmıştır. Kıvırcık uzun saçları birkaç gün taramadığında rastalaşıyor, küpesiyle, duruşuyla ya çok seviliyor ya da nefret ediliyordur.

"Küçük kız tezgaha yanaştı. Yeni birkaç grup tanımak ateşiyle yanarken, envayi çeşit gruba ait cdleri tezgahta görünce kendinden geçmesi beklenirdi. Ama ilk aşk ateşi karnına düştüğünden olsa gerek o cdlerden çok kıvırcık saçlara bakıyordu. Yanındaki kuzenine itiraf etti; “Aslında bugün buraya cd almak için değil, O'nu görmek için sürükledim seni.” Ablası yaşındaki kuzeni şehir dışından geldiği için onu gezdirmesi, ilginç yerler göstermesi gerekmekteydi. Ama o kendini tutamamış, cd almak bahanesiyle onu da sürüklemişti Akmar'ın oraya. Kuzen gülmüştü. Anlamıştı zaten kızda bir tuhaflık olduğunu. Gözleri bir farklı bakıyor, sık sık dalıyordu ya, o yaşların deli hallerine bir de AŞK eklenmişti ruhuna...

Bu kez konuşacaktı onunla. Uzaktan görmenin ötesinde, en azından ismini öğrenecekti.
“Merhaba”, dedi. “Ben yeni gruplar dinlemek istiyorum. Bana önerebileceğiniz değişik gruplar var mı?”. Çocuk onu fark etmemişti bile, yaşı çok küçüktü kızın, öyle kadınsı bir yanı yoktu. Aksine çocuktı hala... “Temple of the dog diye bir grubun cdsi geldi, bence bunu almalısın. Chris Cornell vokalde. Soundgarden'in solisti hani. Birkaç iyi müzisyen sadece bu proje için biraraya gelip bir albüm yapmışlar. Çok güzel.” Hemen almıştı kız. Eve gidip dinlemeden önce cdnin üzerindeki el yazısına bakmıştı çocuğun. “Temple of the dog!”..."

O yıl bir de müzik grubuna dahil olmuştur. İlkokuldan beridir okul korolarında şarkı söylüyor, çoğu konserde solist olarak yer alıyordur. Sıkılmıştı artık halk müziği, sanat müziği söylemekten. Bir ara gitar kursuna gitmiş, oradaki hocanın ısrarla kendisine İspanyıol gitar öğretmeye, illaki notayla çaldırmaya direnmesi üzerine kursu bırakmıştır. Kendi rock grubuna sahip olmuş hatta Taksim Laylaylom Consert Hall'da bir de gündüz konseri vermiştir. Damarlarında Rock'nRoll akıyordur...

Ailesi okuldan çok müziğe ilgi göstermesini kabullenmemiş, annesi bir konser öncesi onun evden çıkmasına bile izin vermemiş, grubuna rezil olmuş, her şey darmadağın olmuştur. Grupta anlaşmazlık yaşayan gitarist ve bateristin kaprisleri de birleşince, lanet olsun diyerek solistliği de bırakmıştır. O arada il genelinde yapılan bir halk müziği solist yarışmasında da okulunun ısrarı üzerine okul adına yarışmış, bir de birinci olmuştur. Böylece müdür beyle periyodik olarak giriştiği laf dalaşları ve kavgaların üzerine bir sünger çekilmiş, okulun değerli öğrencileri arasına girmiştir. Serserilik ise kanında dolaşmaya devam ediyor, kabul görüp normalleşmektense, öteki olmayı arzı ediyordur. Politikayla ilgilenmeye başlar, çeşitli gruplarla toplantılara katılır. Hiçbir yere ait olamaz. Aidiyet ruhunda yoktur...

Bu arada cdci çocukla arkadaş olmuş, sık sık onun yanına uğramaya başlamıştır. Utangaçlığına rağmen gidip yanına uğruyor, karnında uçuşan kelebeklerin sesini bastırarak ona ilgisini belli ediyordur. İlk büyük aşk! Onun uğruna herşeyi yapmaya değerdir, hem çocuk da ona ilgi gösteriyordur ama... Aması var... Yaşı küçüktür, çocuk bundan korkmuş ve geri adım atmıştır. Kız bu duruma üzülür, mücadele eder, fakat arada başka yıpratıcı olaylar da yaşandığı, çocuk başka bir kızla farklı heyecanlar yaşadığı için çocuğu terk edip kaçar ondan. Kıvırcık saçlara veda edip, onu yeni ilişkisiyle başbaşa bırakır.

Sonraki yıllarda hem Chris Cornell'in hem de yeni grubu Audioslave'in de hayranı olacaktır. Temple of the dog'ın etkisini Hiçbir zaman unutmayacak, cdyi hiç atmayacaktır. O dönemde aldığı onlarca cd, dinlediği radyo programları, müzik dergileri sayesinde zamanla heavy metal dışındaki müzikleri de keşfedecek, alternatif rock, 70'ler, The Doors, Janis Joplin ve daha nice farklı müzik türünden en iyileri dinleyecek, eskisi gibi tarz ayırt etmeyecek, hep daha iyiyi arayacaktır.

devamı daha sonra... (belki...)

01 Temmuz 2010

Bedevinin para duası

Ey hamşolara para veren Tanrım!
Biz hayalperest kullarını da sevindir. Lotolarımızı uğurlu sayılarla doldur, yolda yüzlük bulmayı nasip et.
Mühendis, doktor, avukat olmadan da emeğine karşılık bulmayı, adam yerine konmayı nasip et. 4 yıl okuyup okuyup kafayı çatlattıktan sonra bir mezuniyet ikramiyesi, bir Avrupa turnesi falan nasip et!
Bol uyku, az mesai, çok yayma ve bol kazanç ver.
Günlerimizi 36 saat, her haftasonumuzu rock festivali yap tanrım!
Bezgin Bekir ruhlarımızla az ama öz çalışmayı, trafiğe takılmadan bir gün olsun eve gitmeyi nasip et!
Yıllık izinlerimizde bize de dış ülkelerde tatiller, çılgın partiler, bronz tenler ve karizmatik vücut ölçüleri ver.

Bunları geçelim, en iyisi birazcık HUZUR VER!

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...