29 Aralık 2010

Fizy yasağının ardından...

Eskiden en önemli varlığım olan müzik setimi birine vereli 3 yıl; kaset dinlemeyi bırakalı uzun yıllar oluyor, cdlerimi de en son 2 yıl önce kaldırdım bir kutuya. Radyo alışkanlığım zaten çok güçlü değildi, artık sadece internetten ulaşabildiğim bazı özel radyo kanallarını dinliyorum. Bu bana has bir dönüşüm değil. Zamanın gereği.

Hatırlarsınız, mp3 furyası ilk başladığında büyük bir çılgınlık gibi görünmüş, dünya müzik arenasında Metallica başta olmak üzere birçok büyük müzik insanı bu sisteme karşı duruş sergilemişlerdi. Korkuları, büyük bir holocaust olan müzik endüstrisinin albüm satışı ve promosyon esasına dayalı maddi sisteminin çökmesiydi. Belki de bu kadar bile geniş düşünmüyorlardı. Sadece, telif hakkı bazlı bir takım kaygılardan dolayı, bu sistemi engellemek arzusundaydılar. Bu furyanın durdurulamaz bir değişimin sadece ilk adımı olduğunu fark ettiklerindeyse duruma bakış açıları değişti. Açtıkları savaşın aksi yönde, bu sistemi kullanarak, tabi yine legal yollarla ve yine kazanç elde edebilecekleri bir biçimde sistemin içinde yer almak onların lehine olacaktı. Dolayısıyla bugüne baktığımızda, müzik dünyasının en çok kazanan gruplarının bugün albüm kayıtlarını internette çok minik paralara ve hatta bedavaya paylaştıklarına şahit oluyoruz.

Biz neredeyiz?

Bütün bu süreci bu kadar kısa özetlemek elbette birçok detayı atlamamıza sebep olabilir. Fakat, asıl değinmek istediğim, hepinizin yakından şahit olduğu bu süreç değil, şu anda ülkemizde durumun nasıl hayat bulduğudur. Birçok konuda olduğu gibi, bu gelişmeler ve değişimler konusunda da bir miktar geride kaldığımızın farkındasınızdır. Hatta buna geride kalmak deyimi bile az gelir. İnternet gelişmelerinin büyük bir heyecanla karşılandığı ülkemizde, bir çok mecra, pratikte yanlış algılanabiliyor. Yani her hıyarım var diyene tuzla koşuyoruz, ama içinde bulunduğumuz durumu doğru analiz edemiyoruz. İşte bugünün dünyasında, Batı tarafından 3. Dünya ülkesi sıfatı ile yerilen ülkeler klasmanında yaşanan bir takım ilkelliklerin ülkemizde de yaşanıyor olması maalesef bir sürpriz değil. Ama değişebiliriz. Ne dersiniz?

Youtube ile başlayan süreç Fizy ile son noktasına gelmiştir!

Önceki gün Fizy'nin mahkeme kararı ile engellenmesi internet dünyasında büyük yankı uyandırdı. Fakat maalesef henüz esas konuşması gerekenler ağızlarını açmadılar. Aslında bir endüstri olarak bile nitelendirilemeyecek olan ülkemiz müzik dünyasında, bu yasakların en çok karşısında durması gereken müzisyenler, bu duruma karşı ilgisizler. Hatta Fizy'nin kapanmasına giden yolda onların da ciddi adımları oldu.

Yapımcılarının öngörüsüz dünyasının bir kararı olarak dava açarak engelledikleri bu mecra, aslında müzisyenlerin yeni medya düzeninde en çok ihtiyaç duyduğu kanalı onlara sunuyordu. Fakat bugün para kazanmak uğruna yarın aç gezeceklerinden haberdar olmayan dinozorların yanlış kararları, bugün ülkemizde müzikseverlerin canını sıkıyor.

Geride kalmaya alışkın olsak da dünyadan bu kadar kopuk yaşama lüksüne de sahip değiliz üstelik. Gerikafalılık, Türkiye müzik piyasasının çok büyük bir hastalığı. Elbette herkesten ileri görüşlü olmasını, vizyon sahibi olmasını beklemiyoruz. Ama sanata hizmet veren bir arenada bulunan herkesin mutlaka ileri görüşlü olması gerekiyor. Bu bir ihtiyaç değil, zorunluluk!

Zira teknoloji - internet - yeni medya üçgeninde ayakta kalacak ve para kazanmaya devam edecek olanlar, bu mecraların karşısında değil, yanında duranlar olacak. Bir uyarı da benden olsun...

*Bu konu hakkında daha uzun uzun yazmak isterdim ama zaman kısıtıyla böyle yalap şaplak bir özet oldu, kusura bakmayın... Geniş bir zamanda durumun nasıl bu hale geldiğinden de bahsedeceğiz.

10 Aralık 2010

Güvenme metabolizmana, elbet sen de yavaşlarsın!

Bazı kadınlar, mükemmel sıskalıklarını övünç kaynağı olarak görüp, her yemekli ortamda "Ne yersem yiyeyim, kilo alamıyorum" diye sık sık belirtirler. Hani sizin de mutlaka başınıza gelmiştir, tam konu kilolardan açılır, ortamda da bir adet sıska Fransız vardır. Herkes şuramdan buramdan şikayetçiyim derken o sırıtır ve bu cümleyi tekrarlar. Eskiden bu kadınlara içten içe uyuz olurdum. Şimdi bu "kilo almıyorum", "metabolizmam hızlı", "ailesel şekerim" iddialarını duyunca içten içe kıkırdıyorum. Neden mi?

Son bir-iki yılda gördüğüm örnekler yüzünden.

 
Bir zamanlar ortamların favori zayıf kızı, bakımlısı olan bir çok arkadaşımı, uzuuuuun bir süre görmedikten sonra sokakta karşılaştığımda korkunç görüntüleriyle karşılaştım. Nedendir bilinmez, metabolizma şanslarından dem vuran bu arkadaşları, hayli kilo almış vaziyette buluyorum bir süredir. Katiyen kimseye garezim yok, ama ben bunu bilir bunu söylerim; o hızlı metabolizmalara güvenmeyin, elbet sizinki de yavaşlayacak! Türkiye'de yaşıyorsanız, özel bir çaba sarf etmeden, formunuzu koruyamazsınız! Asla!

Maşallah mutfağımız bol çeşitli, bol kalorili leziz örneklere sahip. Ana eliyle yapılanlar zaten bir bombayken, bir de okulda, işte, sokakta yediklerimizi düşününce formda kalmak komik bir tabir olup çıkıyor. Her geçen yıl, metabolizme hızımızdan biraz daha çalıp kaçıyor. Gitgide yavaşlıyor, yediklerimizle biraz daha semirme potansiyeline kavuşuyoruz. Öyle beslenme üzerinde kafa yormayarak, canının istediğini istediği zaman yiyenler hiç kendilerini kandırmasınlar. Bu saltanat uzun sürmeyecek. Elbet onlar da şişmanlar kulübünün kapısını çalacaklar :)

Özel çaba gösterenler ise zayıflamaya, zayıf kalmaya, formda olmaya devam edecekler. Yok öyle "Ne yersem yiyeyim, kilo almıyorum"lar. Biz zeki çocuklarız, yemeyiz böyle numaraları :D

09 Aralık 2010

Sokak köpeği candır, can!

Sokak köpeği onurludur, sokak köpeği inayetlidir. Yağmurda ıslanır, karda donar da asla gidip betona sıçmaz!


Ev köpeklerinizi sokağa çıkarttığınızda yanınıza bir poşet alın. Doğa, taşa, betona sıçan köpeğe karşıdır! Doğal köpek kaldırıma sıçmaz, sıçamaz. Ama sizin doğasından kopmuş kokoş köpekleriniz, tasmaları boyunlarında gezerken, toprak ile betonu ayırt etmeden her yere sıçıyorlar Medeni insan, bu boku temizlemekle yükümlüdür. Bu boku temizleyemeyen insanı bir temiz dövmek gerek.

Ortaköy, evde köpek besleme oranının yüksek olduğu bir ilçemiz. İnsanlar sabahları hem bir güzel yürüyüş yapıyor, hem de köpeciklerini kakaya çıkartıyor, dolaştırıyorlar. Buraya kadar her şey mükemmel. Ne modern bir hayat. Aman ne modern bir hayat! Bu aynı modern dünya insanları, benim bir karış kaldırımıma köpeklerini sıçtırıyor, o bokları da oralardan almıyorlar. Yine aynı modern dünyanın insanları o kaldırımın yanında kalan sik kadar yolun 3'te 2'sini arabalarıyla işgal ediyorlar. Boka basmadan yürüme ihtimali demek, yolun geri kalan tek şeritli sıkışık kısmında ezilme tehlikesi geçirmek demek. Ezilme tehlikesi geçirmeden yürümek demek, uykulu bünyenin taze boka basıp, bütün gün ofiste "bu bok kokusu nereden geliyor ya?" söylenmek demek. Ayakkabının durumunu keşfettiğinde yaşadığın utanç demek. Velhasılı; kalıbınıza güvenmiyorsanız, bir köpeciğin bokunu poşete koyup 5 metre ötedeki çöp konteynerine atamayacaksanız, köpek beslemeyiniz. Bu köpeciklerin doğalarıyla oynamayınız!

Yahu nerede görülmüş, kendi kendine yürüyen bir köpeğin gidip kaldırıma sıçtığı? Toprak varken betonu mesken edindiği?

Sokak köpeği candır, can! İnsan ise hayatına girdiği tüm diğer canlıların doğalarını tahrip etmekte bir numara bir zararlı... Hayvan refleksleriyle oynayan, kendi iğrenç egolarını onların üzerinde tatmin eden, yeme-içme-sıçma alışkanlıklarını bile değiştiren bir zararlı hem de. İğrenç kokulu, içinde ne olduğu aslında hiç de belli olmayan o kuru mamalarla beslenip, toprağı unutan zavallı hayvancıklara diyecek sözüm yok. Benim sözüm insan hayvanına...

Yarın sabah yine yürüyeceğim aynı kaldırımda. Elinde tasmasıyla minicik köpeği kaldırıma sıçtıran o "alt eşofmanlı" teyzeyi görürsem iki çift lafım olacak. Anladınız siz onu ;)

03 Aralık 2010

Deviance

Benim küçük dünyamda, çok acayip şeyler oluyor...

Kafamda kırk tilki dolanıyor, kırkının da kuyruğu birbirine değmiyor, ki klasiktir zaten.

Bedeviliği yazarken, bazen tıkanıp kalıyorum. Gün içerisinde gözüme batan, beni rahatsız eden her şeyi yazmaya kalksam, abartıyorum sanırsınız. Hatta ciddi talihsizlikleri anlatsam, sallıyor, dersiniz. Ki sallayabilirim elbette, klavye bende. Hatta ben şimdi şurada aklınıza sığmayacak aksilikler sererim önünüze, aklınızı alıp kaçarsınız.

Ama yapmayacağım. Çünkü bizde yalan yok (Ali Ağaoğlu Style). Herkes Bedevi okuyacak dedik, okutamadık, o da ayrı mesele.

Ha dersiniz ki, yazdığın mı var? Anlarım. Anlarım da derdimi anlatamam. En basiti, vaktim yok! İkinci sebebi, isteğim yok. "Acaba artık her şey güllük gülistanlık da bedevilik yaşamıyor mu?" diye sorarsanız, yok öyle bir şey.

Ama tabi ki bedevi maceraları biriktirmekte Mecidiyeköy trafiğinin yaratıcı desteği yadsınamazdı. Ne zaman ki istifa edip, ayrıldım Mecidiyeciğimden, yol maceralarım nezihleşmeye başladı. E herhalde size freak yol hikayeleri anlatabilmek uğruna, trafiğe atlayacağımı düşünmüyordunuz değil mi?


Bedevi lafı, hayatıma ilk olarak, Bedevians, yani daha açık şekliyle; Be deviance/deviant! olarak girdi. (İnanmazsınız, daha o zamanlar DeviantArt diye bir site yoktu ortada! Varsa da bizler bilmiyorduk ülkecek...)

Daha üniversite birinci sınıftayken binbir türlü aksiliğe rağmen birarada tutmaya çalıştığımız müzik grubumuz Prototip'le başladı hikaye. Başımıza o kadar tuhaf olaylar geliyordu ki, arkadaşlarımız lanetlendiğimizi düşünmeye başlamıştı. Başlangıçta gruba güzel bir isim bulamadığımız için, ben "Prototip olsun bir süre" dedim. Hani asıl ismi bulana kadar, bu ürünün bir prototipini üretmiş olalım babında... Sonraları bize o kadar çok çölde gezen "bedevi" iması yapıldı ki, benimsedik. Bir konser öncesi, bedevi tek başına pek mizahi, oysa ki biz sert bir grubuz, kafa göz yarıyoruz, böyle de olmaz ki derken; gitaristimiz Cem "BeDeviance olsun, şeytani olsun", dedi. Eh dedik, onca lanet hurafesi dolaşırken bunu kabul etmemek olmaz. Şaşırmazsınız, daha o ismi kullanamadan grup dağıldı :D


O halde size bir de şarkı armağan edeyim, Fizy'den dinleyebilirsiniz:

Slayer'ın "God Hates Us all" albümünden gelsin (mesaj içeriyor mu? Bence içeriyor!);
Deviance - http://fizy.com/s/1cruwk


06 Kasım 2010

Siz nereye aitsiniz?

Yalnızlığı koruyabilmek önemlidir...
Kalabalıklara maruz kalırken unutursanız yalnızlığınızı... Gün gelir o unutulmayı hazmedemez ve çekiciyle vurur kafanıza; "Ben buradayım!" der.

Asla yalnızlığınızı unutmayın.
Bazen çok şiddetle gelebilir üzerinize. Onun soğuk dostluğuna kalbinizi kapatmayın.
Etten kemikten olanlar yanınızda olmadığı her an, o vardır. En vefalısıdır varlıkların.

Kaçarak riyakarlık ettiğiniz anlarda, kendini hatırlatacak acılarla gelir yanınıza. Öyle ki, dağılır gider her şey. Yine ilk günkü gibi çıplak bırakır insanı ortalıkta.
Ağlamayı unutan riyakar insanlığa, bebekliğin saflığının isyanıdır aslında bu.
Yol uzun; tek başınıza gelir binersiniz bu kayığa... Yolda çok insan alıp bırakırsınız duraklara, elbette. Gün gelip geri dönmeniz gerektiğinde, kimse eşlik etmez, yine başa dönersiniz, yalnız başınıza gidersiniz. Bununla barışın, yalnızlığınıza küsmeyin!

Poponuza atılan her şaplakta ağlamamayı öğretir hayat... Budur tek farkı, başlangıç ile sonun... Feryat figan çıktığın yolda, sessizce kaybolmayı öğretir...
En güzel gidenler, yalnızlığıyla barışanlardır şu dünyada.
Gerisi mi? Gerisi bencillerin dünyası; ne kadar isteseler de başkalarını yanında götüremeyenlerin...
Popolarına atılan her şaplakta ağlayan ve feryat figan gidenlerin dünyası...

Siz nereye aitsiniz?

24 Ekim 2010

Gözyaşlarımızı bitti mi sandın - MFÖ






Günler günlerin ardında
Seni unutmak mecburiyetindeyim
Seni sevmeler cumhuriyetinde

Gözyaşlarım
Gözyaşlarım
Kafiye olsun diye değil

Özleye özleye kavuştuk birbirimize
Birbirimize vitaminler, moraller verdik
İçimizdeki şeytanlara zülfikarlarla saldırdık

Gözyaşlarımızı bitti mi sandın

Günler günlerin ardında
Seni unutmak mecburiyetindeyim
Seni sevmeler cumhuriyetinde

Senin dulluğun benim kulluğum
Kafiye olsun diye değil

Özleye özleye kavuştuk birbirimize
Birbirimize vitaminler, moraller verdik
İçimizdeki şeytanlara zülfikarlarla saldırdık

Gözyaşlarımızı bitti mi sandın ?

16 Ekim 2010

-miş'li geçmiş zaman

Bazı şeyler bitermiş... mişli geçmiş zamana gömülürmüş cenazeler...

Hep bitmek zorunda mıymış güzel hikayeler?

Neden gösterir Tanrı, görmek istemediğin kusurlarını "sevgili"nin?

Hem de en güzel yerinde filmin...







21 Ağustos 2010

Salak ile Avanak


Malumunuz, yaz ayları tatil ve eğlenceyi bir araya getiren organizasyonlarla dolu. Bu yaz da bu açıdan epey zengin geçti. Özellikle Sonisphere ve Foça Rock Festivali’nde bir araya gelen efsane isimler ve önümüzdeki günlerde Türkiye’de konser verecek U2, Ozzy Ozbourne gibi devler sayesinde Türkiye’deki rock müzik sevenlerin kulakları ve gönülleri bayram etti. Ama bir de istisna vardı ki gitmeyenler gibi gidenler de bin pişman; Zeytinli Rock Festivali ne yazık ki bu yıl bir çok hayal kırıklığına sahne oldu.

Organizasyonun el değiştirmesi, belediyenin devreye girmesi gibi konular zaten festival sevenlerin aklını hayli karıştırmıştı. Misal, hiçbir festivali kaçırmamaya özen gösteren ben, bu yıl oraya gitmeye çekindim. Fakat yakın arkadaşlarım oradaydı. Gelişmeleri ve dedikoduları ilk ağızdan gün gün dinledim, mobil iletişim sağ olsun. Güvenlik görevlilerinin korkunç hareketleri, organizasyonun maddi sorunları yüzünden zaman zaman sökülüp takılan sahne ekipmanları, çok fazla grup sahne alacağı için sabaha karşı 4’lerde sahneye çıkmak zorunda kalan iyi gruplar gibi konuları bir çok blogger ve internet dergisinden okudunuz zaten. Ben size oradaki mağdur 90 kişi dışındaki insanların pek bilmediği bir olaydan, bir salak ile bir avanağın vurgunundan bahsedeceğim. Hikaye gerçek, isimler meçhul. Zaten bilsem de adamların isimlerini telaffuz etmem. Zira kimlikleri pek önemli değil.

Efendim, bu gibi sayfiye organizasyonlarında ulaşım her daim problem olmuştur bildiğiniz gibi. Zaman zaman kimi insanların otobüs kiralayarak festival insanlarını toplu halde şehirlerine transfer etmeleri de alışılmış bir manzara. Çok da kullanışlı oluyor, organizasyonun kendisi böyle bir ulaşım etabına kalkışmadığında bu gönüllü kimselerin cebine üç beş kuruş girmesinde hiçbir sakınca görmüyoruz. Zeytinli’de de bu yıl aynen böyle olmuş.

Kimi insanlar festival sonunda İzmir’e ve İstanbul’a kaldırmak üzere otobüs kiraladıklarını ve kişi başı belirlenen ücretleri ödeyenlerin de son gün evlerine gitmek üzere bu arabalarla yola çıkabileceğini duyurmuş. Neyse günahıyla sevabıyla festivalin son günü bazı gönüllülerin arabaları gelmiş, yolcularını alıp gitmiş. Mis gibi evlerine ulaşan festivalciler durumlarından çok memnun. İstanbul arabalarını bekleyen 90 kişi ise ellerinde çantaları ile tamamen dağılan festival alanının önünde kalakalmış. Çünkü ortada ne araba, ne de paraları toplayan iki adam varmış. Ortalık karışsa da adamların verdiği numaralar da kullanım dışı olunca herkes başının çaresine bakmak zorunda kalmış, tabii benim arkadaşlar da.

Sırra kadem basan iki otobüs ve paraları alan 2 uyanıkla ilgili bildiğim kadarıyla basında bir haber yapılmadı. Ama sağlam kaynaklardan aldığım istihbarata göre salak ile avanağın sefası trajikomik bir biçimde sona erdi. Rock sever gençlerden toplamda 4 bin TL para toplayan salak ile avanak, Ege bölgesinin en pahalı otellerinden biri olan Çeşme Sh******’da polis tarafından enselendi. Zaten en fazla 4-5 gün yetecek bir parayla bu süper lüks komplekste sefa yapan salak ile avanak meğerse mesaj kaygısıyla bu eyleme girişmişler. Yaptıkları açıklama ise festivalseverleri bile güldüren cinsten;

“Abi biz bu işi kedi kesenleri cezalandırmak için yaptık. Aldık paralarını bir güzel enayilerin, geldik otelde çatır çatır yedik. Bir dahaki hedefimiz çok daha büyük bir festivalde daha fazla otobüs vaadiyle büyük vurgun yapmak. O paralarla Maldivlere tatile gideceğiz!”

Güler misin ağlar mısın Türkiye?

06 Ağustos 2010

Tatil anıları depreşti, tatilin kendisi hala bir hayal...

Yaz geldi geçiyor. Kavruluyoruz, neresi geçiyor diye soracak olursanız, size Ağustos geldi, önümüz Eylül demek zorunda kalırım. Bunu dedirtmeyin bana, çünkü biraz trajik bu yıl benim için yaz ayları. Çünkü henüz denize giremedim! Çünkü heniz yeşille maviyle buluşamadım. Çünkü henüz bu şehirden uzaklaşıp 3 gün üst üste öğlene kadar uyuyamadım. Ve bu yıl bu çok da mümkün görünmüyor. Mühim değil, daha gencim, ne tatiller görürüm demekle kendimi avutuyorum. Tatil anılarımla yetiniyorum.

Her tatil unutulmazdır. Ama bazıları gerçekten çok güzel izler bırakır insanın hayatında. Benim de böyle deli bir tatil anım var. Yaz günleri bitmeden yıllar önce yazıp başka bir blogda yayınladığım bir tatil yazısını sunuyorum şimdi sizlere. Temel fıkrası gibi bir ekip; 1 Ukraynalı, 2 Finlandiyalı, 5 Macar ve 1 Türk 2 arabalara atlayıp Ege'ye inerse neler olur? Keyifli bir tatil yazısı sizi bekliyor;

"Ege turumuzu tamamlamış bulunuyoruz!

Bir eski Erasmus öğrencisi olarak, Türkiye'ye dönüşüm bir hayli maceralı oldu. Haziran'da döndüğüm ülkemde sıkıntıdan patlarken aldığım haberle keyiflendim.
Macaristan'dan, Ukrayna'dan ve Finlandiya'dan canım arkadaşlarım beni ziyaretleriyle çok mutlu ettiler. Hiç üşenmeden Macaristan üzerinden Türkiye'ye 24 saat direksiyon çevirerek 2 arabaya tıkışıp gelen 8 arkadaşımla beraber, bir deli tatil macerasına başladık.

İlk 2 gün güzel bir İstanbul gezisi yaptık. Aklınıza gelebilecek tüm turistik yerleri gezdirdim onlara. Tabi Erasmustan arkadaşım Mustafa'nın da yardımlarıyla. İstanbul'un ardından yola çıktık, ilk gece Truva'ya sabaha karşı 4 civarı vardık. 
O saatte orada ne yaptık dersiniz? 
Truva ören yeri girişindeki kapalı satıcı tezgahlarının önüne arabaları aralıklı park ettik, araya matlarımızla uyku tulumlarımızı atıp açık havada güzeeeeel bi uyku çektik :)
Sabah olduğunda tezgah sahibi satıcının geldiğini bile duymamışız, başımızda duran bir köpek sayesinde uyandık, adamlar hemen günaydın dediler :) Arkadaşlarımdan Szabi, hala o köpeğin uyurken benim yüzümü yaladığını iddia ediyor. Zaman zaman da bu bilgiyi manipüle edip, tezgah sahibi adamın gelip benim yüzümü yaladığını iddia ediyor. Gerçekler ise hala bir sır :D

Sabah kahvaltı edip Truva'yı gezdikten sonra Assos'a geçtik. Orada güzel bir balık keyfi ve ardından deniz keyfinin üzerine yollara düştük yine. İstikamet İzmir!

Bayındır'da arkadaşımız Nesrin'in evinde kaldık yorucu günün ardından, ölüyodum neredeyse yorgunluktan. Arkadaşım bana yatağını verdi rahat rahat uyudum, sanki hayatımda hiç yataşım olmamışcasına. :P
 
Sabah İzmir'den çıkıp Şirince'ye şarap tadımına gittik, tarihi killise vs derken bir ev yemekleri lokantasında 2 saat geçirip güzelce karnımızı doyurduk. Oradan da Kuşadası merkez! Gezdik tozduk eğlendik derken uyku girdi bedeneee :) Bir benzinliğe çekip uyur musun? Uyuduk! :)

Sabah artık Efes için doğru zamandır diyip hemen Efes istikametine sürmeye başladık.
Efes'te tam antik şehre girecekken promosyon için bizimle konuşmaya biri geldi. Bizleri servisle kocaman bir deri mağazasına götürdüler, orada ilk defa bir defile izledik, bölye mankenli falan :P Güzel serince bir yerdi, oradan da beleşe servis kattılar yanımıza Efes'in öbür kapısına kadar bıraktılar. Bize düşen sadece antik şehri gezip arabalarımızın yanına kadar inmekti oradan sonra. Ama antik şehir o sıcakta eziyet gibi geldi. O arada bizi Bayındır'da evinde misafir eden arkadaşımı bir yerde bıraktık otobüse kadar ama ne ara nerede hatırlayamayacak kadar yorgundum...
Akşama kadar Datça'daki Aktur Kampinge varabilmek için duraksız arabadaydık. Ve sonunda yerleşik kamp hayatına geçeceğimiz Datça'ya vardık. Datça'da harika bir 6 gün geçirdik. Tekne kiraladık, şehri gezdik, envayi çeşit yemek pişirdik yedik, ama kurufasülye gününden bahsetmek istemiyorum, çok gürültülü ve kokuluydu :)

Datça benim Ege bölgesinde en sevdiğim yer diyebilirim. Müthiş doğası ve sağlıklı havası sayesinde tam olarak dinlenmiş ve yenilenmiş olarak bitiriyorsunuz tatilinizi. Deniz ise gördüğüm en temiz deniz. Akvaryum gibi. Marina yakınlarında çok ucuza anlaştığımız bir kaptan bizi küçük teknesiyle mükemmel bir gezintiye çıkarttı. Tekne gezimizde bir çok koy gezdik, gördüğümüz en güzel nokta ise İnceburun'du.  Ben oralara daha önce de gittiğim için diğerleri kadar büyük hayret nidaları atamıyordum. Ancak her seferinde yine de büyülenmekten kendimi alamıyordum. İnceburun'a karadan ulaşamazsınız, ancak bir tekne vasıtasıyla orada yüzme şansına erişebilirsiniz. Hemen karşınızda Simi  Adası, altınızda berrak mı berrak bir deniz, güzel balıklarla beraber yüzme şansı... biz yüzerek karaya da çıktık, fakat kara incecik bir burundan ibaret ismiyle müsemma. Keçiler gelmişti otlamaya burna, karaya çıkınca onlar da kaçmaya başladılar :). Datça'da görülmesi gereken bir diğer yer ise Knidos, tabi tarih-mitoloji severler için bu söylediğim. Orada bir Afrodit heykeli olduğu rivayet edilir (kazılar devam etmekte) ve bunun dünyadaki ilk çıplak tanrıça heykeli olduğu... Ayrıca Datça'nın havasının her türlü cilt hastalığına da iyi geldiği söylenir.

Datça'nın bademi çok meşhurdur, özellikle taze bademin tadına bakmalısınız, muhteşem. Biz de arkadaşlarımla her gün bir miktar alıp yedik :) Dünyanın en güzel ve lezzetli bademinin burada yetiştiği söylenir. İnanmamak elde değil...

Ayrıca tesadüf eseri yel değirmenlerine rastladık, kendimi Donkişot gibi hissettirdi orada olmak. Tüm gezi boyunca erkek arkadaşı Menyus'a eziyet edip bizleri delirten arkadaşımız bile yeldeğirmenlerinin büyüsüne kapılıp bir süre sustu ve sadece fotoğraf çekti. Zavallı Menyus! diyemeyeceğim. O da sinirini bizden çıkarttı mütemadiyen.

Kısacası Datça görüp görülebilecek en müthiş... isimlendiremiyorum bile, evet orası, yerlilerinin de tabiriyle bir Cennet.

Datça, yani cennetteki 6 günün sonunda Marmaris'e geçtik, gece 1'e kadar takılıp tekrar yola çıktık. İstikamet Bursa!

Bursa'da canım dostum Bahar'ın eşliğinde şehir turu, hamam sefası ve iskender kebap herkesi fazlasıyla memnun etti. Gece ise 30 Ağustos kutlamalarını yakaladık, Işın Karaca konserine götürdük arkadaşları. Geceyi Bahar'ın evinde geçirdikten sonra artık dönüşe geçmenin zamanı gelmişti. GEceden arta kalan detaylar ise o
nca kişinin salonda kamp yapması; odayı kapıp iş becermeye hazırlanan Menyus ve sevgilisi Judit'i uyarmamız için bize rica eden Nevin Teyze, ve bunun sonucunda gidip kapıyı açan ve onlara"Don't have sex!" diyip yanımıza geri dönen Szabi :D. Onca kampçılık ve sokak macerasından sonra ben de evimi özlemiştim zaten. İstanbul üzerinden geçerken arabadan atlayıp evime geldim onlar da Macaristan yoluna koyuldular. Duyduğuma göre herkes çok mutlu ve memnun kaldı bu tatilden..."

01 Ağustos 2010

Yorgunuz! Huysuzuz! Evden çıkmayı reddediyoruz!

Bana gelirler böyle zaman zaman. Evden çıkmadan geçirdiğim zamanlar adına ciddi rekorlarım vardır.
Mesela, lisedeyken bir yıl İstanbul'u Grönland'a çeviren korkunç bir kar yağmıştı. Okullar tatil olmuştu bir hafta. Ben o 7 gün boyunca evden ayak parmağımı bile dışarıya çıkartmamış, uyuz uyuz pineklemiştim. Hatta bu süreçte banyo yapmayı da reddederken kendimce uyuzluğun bambaşka boyutlarında çeşitli rekorlara imza atmıştım. Neyse, bütün pisliklerimi tek yazıda ortaya dökeceğimi sanıyorsanız yanılıyorsunuz.

Öğrenciyken yaz tatili denen, 3 aylık rekor bir boş zamana sahip oluyor insanoğlu. Ayrıca şubat tatili denen müthiş bir bonusu da var. O zamanları ise "benim gibiler" mükemmel bir şekilde verimsiz değerlendirmekle tanınırlar. Mezun olup çalışmaya başlayınca ise "Ah bilemedim o boş zamanların kıymetini, şimdi olsa şu kursa gider, bu koruda koşar, o kitabı okur, bilmemkimle daha sık görülebilirdim" diye sızlanmaya başlarız biz.
Afedersiniz ama NAH yaparsınız bunları!
Şimdi de 3 ay tatiliniz olsa evde bilgisayar başında pinekler, 15 saat uyur, televizyonda izleyecek bir şey bulamamanıza rağmen 3 saat zap yaparsınız. Amaaaaan şunu da sonra yaparım, amaaan x'i yarın ararım, üf şimdi hiç yerimden kalkamam diye düşünür yerinizden kıpırdamazsınız. Kendimden biliyorum.
Bu kısmi felç durumu, böylesine tembellerin ömür boyu kurtulamadıkları bir çeşit genetik hastalık. Üstelik bizler sürekli can sıkıntısından şikayet ederiz. Öylesine canımız sıkılır ki, can sıkıntısını gidermek için bir şeyler yapma düşüncesi bile canımızı sıkar, üşeniriz. Hayat mottomuz "Üşeniyorum, öyleyse yarın!"dır.

Bir de böyle tipler dönemsel gazlarıyla da tanınırlar. Nasıl mı? Şöyle ki; zaman zaman bir anda kafada bir şimşek çakar, süper bir enerjiyle dolar kendimizi dışarı atarız. Ne zamandır ertelediğim şu müzeye gideceğim, şu kitabı alıp okuyacağım, bilmemne sınavına hazırlanmak için test kitapları alacağım, diye fırlarız. Fakat eve gelince işin rengi tamamen değişir. O test kitapları rafta tozdan görünmez oluncaya dek el sürülmez. Sınav tarihi gelince gidip nezaketen gireriz ama tabi ki beklentiyi karşılayacak bir skor elde edemeden kös kös otururuz. Ne zamandır yazmak istediğimiz yazılar, konu başlıkları olarak not defterinden bize el sallar. O çok iştahlandığımız yemek tarifini denemek için aldığımız sebzeler dolapta kokuşur. O gaz, son zerresine kadar bünyeden boşalmış, yeni bir sarsaklığın esiri olarak yine yastığa gömülmüşüzdür. Üstelik büyük bir oranımız da çok zeki insanlardır! Kendimden biliyorum canım!


Üstelik bir de çalışmaya başlayınca kimilerimizin maddi desteği de kesilir çeşitli sebeplerle. İşte bu çalışmak zorunda olmak ve işsiz kalmamak adına işini iyi yapmaya çabalamak bizim gibiler için öldürücü bir darbe olabilir. Zira bünyede bulunan tüm enerjiyi yaşamsal kaygılarla iş yerinde harcamışızdır. İşten çıkınca diğer enerjik insanlar gibi bir puba gidip arkadaşlarla laflayayım, iş sonrası partilere katılıp gecenin geç saatlerine kadar eğleneyim, haftasonu bir yerlere kaçayım tarzında planlar bu bünyelerde ciddi error verir. Bir akşam dışarı çıkmışsak mutlaka ertesi gün işe geç kalırız. Haftasonu bir yerlere kaçmışsak, mutlaka o hafta boyunca hasta olur, sızlanır, etrafımızdakilere hayatı zindan ederiz. Öyle ki bir sonraki haftasonu evden çıkmamak için türlü numaralara başvurabilir, iletişim organlarıyla bağlantımızı kesebiliriz. Çünkü yoruluruz biz. Biz doğuştan YORGUNUZ!!! Çok muhabbet sıkar bizi, biz doğuştan HUYSUZUZ!!! Çalışırız çalışırız, ama sonra yaşamaya enerjimiz kalmaz... Evimiz sığınağımızdır, sıkıldıkça eve sığınır, hiç bir şey yapmadan uzun süre burada hareketsiz kalırız. Koala en sevdiğimiz hayvandır.

Bu haftasonu da böyle bir kriz dönemindeyim. Enerjim yok, param yok, sevgilim şehir dışında ve arkadaşlarım da benim gibi enerjisiz. Dolayısıyla ben de yine evden çıkmayı reddediyorum arkadaş! Aldığım kitaplar bana bakıyor, ben onlara. Dün bilgisayarım bozuldu, artık tamamen çökme noktasına geldi, sistem geri yükleyici ile geçici bir çözüm buldum ama yakında beni tamamen terk edecek emektar. Yeni bilgisayar alamıyorum. Dişim kırıldı, yarın akşam işten çıkıp dişçiye gideceğim, enerjimden kalan kırıntıları da orada bıraktıktan sonra eve nasıl döneceğim onu bile bilmiyorum. Halsizim. Herhalde bir çocuğum olsaydı şu anda açlıktan kıvranıyor olurdu... Kendime bakamıyorum, işin özeti budur.

29 Temmuz 2010

Aydın mı ey "Aydın"?



Bu ülkenin insanlarının kendilerini acımasızca eleştirerek aşağılayan aydınlara değil, değişime ve dönüşüme önderlik ederek iyi niyetle onları eğitecek aydınlara ihtiyacı var. Bu nedenle Say'ın tavrı ters etki yapacak ve insanların kendi yaptığı müziğe karşı bile önyargılarını tetikleyecektir. Evet, Say önemli bir müzisyen. Dünyada belki de klasik müzik denildiğinde ismi geçen bir sanatçı. Fakat şunu da unutmamak gerekir ki klasik müzik batıya ait bir müzik geleneğidir. Kendisi de Türkiye'de Türkiye için yabancı bir müziğin icracısıdır. O nedenle insanların zeka ve entelektüel birikiminin klasik müzik severlikle ölçülemeyeceğini de bilmesi gerekir. Ve tabi ki gerçek bir sanatçının egolarından arınması gerekir. Arabesk müzik tartışmasını hiç konu almak bile istemiyorum. Ben de kişisel olarak arabesk müzik duyunca kaçanlardanım. Ama ben rock dinliyorum diye de bütün halktan rock müzik dinlemelerini, Deep Purple ile yatıp Metallica ile kalkmalarını beklemiyorum...
Üstelik bir zamanlar kitabında  "halkımı klasik müzikle tanıştırmak zorundayım" diyen Say, nasıl oldu da bu kadar yabancılaştı bizlere? Üstelik Anadolu aydınlarımızın katledildiği gün orada, Madımak'ta hayatını yitiren Metin Altıok için bir oratoryo bile hazırlayan Fazıl Say! Anadolu'dan kopuşu, magazinselleşen hayatı ve talihsiz açıklamalarıyla gerçek bir entelektüelden bir "entel"e mi dönüşüyor?

Tekelci "sanatçı"lar
Yaşadığımız sistemde her şey tekellerin ellerinde. Ve karşımızda toplumu dönüştürme birikiminden aciz, toplumla ilişkisi kalmamış tekelci enteller var. Sanatı da mı tekelleştireceksiniz sayın burjuva entelleri?
Osmanlı'nın çöküşe geçtiği yılları tarih derslerinden, filmlerden, kitaplardan hatırladığımız kadarıyla bir irdeleyelim. Yüksek tabakanın dili Fransızca, giyimi lümpen olmuş. Bir yanda Fransızlar dalga geçiyor Osmanlı eliti zengin kırolarla, bir yandan fakir ve eğitimsiz halk tiksiniyor onlardan. Dejenere oluşlarını okuma yazma bilmeyen gariban bile görüyor da kendileri bir aynaya bakamıyorlar.

Beğenmiyorsanız değiştiriniz efendim! 
Beğenmiyorsanız hizmet ediniz, çaba gösteriniz, yoksa bir ömür homurdanıp huysuz nidalarla nefret söylemleri saçmaya devam edeceksiniz. Siz, hani "aydın" kesimsiniz ya, biz sıradan halktan daha güçlüsünüzdür, halkı değiştirmeye çalışabilirsiniz. Ama unutmuşum! Siz halka karışamazsınız. Kendinizi zorla dışlatan, faşizanca küfürler savurarak onları aşağılayan bir geleneğin aydınısınız siz. Sizin gibilerin fakir olan versiyonu ise sokaklarda insanların idam ile cezalandırılmasını memleket yararına görüyor, ülkenin kurtuluş formülünü bu koşula bağlıyorlar.
Evet arabesk müzik "kıro" bir akımdır. Ama sizin gibi tanrılaşmak için kendisini parçalayan, ama özünde kendi kıroluğundan korkan; özüne dönmeyi fobi haline getirmiş, bu nedenle de devekuşu gibi kafasını kumlara gömen "aydın"lar halkın varoluş çabasından da, devrimlerden de korkarlar aslında. O nedenle değiştirmek yerine eleştirmek, harekete geçmek yerine oturduğu yerden aşağılamaktır siz yeni nesil "aydın"ların ortak davranış modeli.
Siz Sayın Say, kendinizi zorla saydıramazsınız. Sadece sizler gibi "dahi"lik gazıyla şişirilmiş, lümpen aydınlar sınıfında alkışlanarak da saygın olamazsınız. Ya kendi küçük topluluklarınızda birbirinizin sırtını kaşıyarak mutlu olmayı öğreneceksiniz, ya da penguen kılıklı smokinlerinizi sırtınızdan atıp ara sıra otobüse-minibüse binecek, insanların bu ülkede nasıl insanca "yaşayamadıklarını" görüp elinizi taşın altına koyma cesaretini göstereceksiniz. Yoksa hiç bir işe yaramaz sanatçı kimliğiniz. Siz de Osmanlı'nın Fransız özentisi zavallı aydınları gibi ancak oralarda değer görürsünüz... "Arabeskten nasıl kurtuluruz?"dan önce, "gerçek aydınlar nerede?" sorusunu sormaya ihtiyacımız var.

27 Temmuz 2010

Peki ya kızlar?

Efenim bu yazıyı sevgili arkadaşım Hayyam'ın Açık Öğretim isimli yazısını okuduktan sonra kaleme almaya karar verdim. Kendisi yazısında ergenliğe giren gençlerin hayatını kabusa çeviren edepsiz amcaları irdelemiş. Şüphesiz her erkek çocuğu bu eziyeti tadacaktır. Ergenin cinselliğe giriş yapamadan travma yaşayıp ömür boyu sürecek başarısızlıklara sürükleneceği bu yol, böyle amcaların edepsizliklerinden, ısrarcılıklarından geçer aslında.
Siz onu okuyun da sonra gelin bunu okuyun bir de...

Peki ya kızlar?
Kızlara da travma yaşatmak üzere, o amcalarla aynı misyonu yüklenmiş teyzeler vardır. Kız çocuğu daha ergenliğe çeyrek kala rampasına gelmişken, teyzelerden iddialı tacizler gelir.

"Kız gel bakiym fındıklar çıkmış mı?"

"Heheheh Mukaddes Hanım'ın kızı Leyla'yı bir görsen, kız daha 10 yaşında memişler kavun gibi hoh hohh hohhohh hoh"

"Kızzzz! Sana dedim, gel kız! Ayy utanıyo... Kız aynısından bizde de var, gel bakiym fındıklar çıkmış mı????"

Erkeklere karşı takınılan "Göster amcalara!" durumu, bazı edepsiz "kabul günü teyzeleri"nce kopyalanıp, mini mini kızları travmadan travmaya ve hatta gelecek komplekslere sürüklemiştir.

Aynısından onda da olması (ki nasıl aynısı oluyorsa) teyzeyi bu eyleminde de haklı çıkartmıştır üstelik. Bütün gün teyzeleri ortadaki diyaloğun farkına vardıkları anda olaya dahil olurlar ve 5 metrekarelik salonun her yerinden bir yorum gelir.
"E tabi kızııım hepimizde var hehehöhöhö"

Hatta edepsizliği iyice ele alıp, "Yarın bir gün evlenince kocana da mı göstermiicen kıız!" diye çılgın atanlara da rastlanabilir. Ki en beteridir...
BKZ: çılgın atmak

Bir de fısırdaşanlar vardır ki, onlar da ayrı bir gıcıktırlar. Ergenliğe 5 kala kapısından geçmek üzere olan kız çocuğunun annesinin kulağına eğilinir. Ve... "şey oldu mu bu?" diye sorulur.
Sanki kız çocuğu duymayacak, duysa da anlamayacak sanıyor böyle fısfıslaşınca. Üstelik bir de muzur muzur kıza yan gözlerle bakıp kıkırdaması da cabası. Anneler de uyar üstelik bu edepli görünümlü meraklı teyzelere. "Hıhıhı yook yook" der mesela, veya "Hohohoh oldu oooldu, aman duymasın utanıyo heheheh" diye karşılık verir. Şeytan der ki küçük kız çocuğuna, al o kısırları, yalancı çiğköfteleri, su böreklerini, geçir kafalarına.

Zaten mini boy kız çocuğu hayatında açılan bu sancılı döneme isyankar bir duruş sergilemektedir. Bir ömür boyunca her ay kanayacak ve ağrıyacak olduğunu duyduğu andan itibaren içinde cinsiyet ayrımının doğa yoluyla kadınlar üzerinde kurduğu eşitsizlikten tutun, kendini pis bir canlı olarak görmeye kadar her türlü anksiyeteyi yaşamaya başlamıştır. Şimdi bu teyzelerin hezeyanları olacak iş midir? Ayrıca hani merak kediyi öldürürdü? Ben hiç bir günde yediği içli köfteler yüzünden bir maceraya atlayıp ölen teyze görmedim. Ah bebek görmedim!

Şimdi Hayyamcığın yazısına istinaden daha neler neler yazasım var da, hem biraz üşendim hem de çok bilmişliğin itici imajını üstüme almak istemiyorum. Yoksa daha anlatılacak çok örnek var bu teyzelerle ilgili (Mesela gerdek ertesi muhabbetleri bambaşka bir yazıya gayet muhteşem bir konu olabilir. Zira bu meraklı teyzeler, yeni evlenen genç kıza sordukları sorularla benim diyen taramalı tüfeğe taş çıkartabilir, kızın aklını da canını da çıkartabilirler...)
(ki ben örnek muhabbetlere de şahit oldum...)
(Böyle durumlarda hiç duymamış gibi yapıp olay mahallini terk etmek ve yeni geline şans dilemekten başka bir şey gelmiyor aklıma üstelik)

Neyse... Esen kalın :)

17 Temmuz 2010

Duraklar üzerine...


Aşk yolunda elele yürürken, bazen elini boş bulur insan. Çünkü çift girdiğin yolda, bazen eşin sapaklara sapar tek başına... Yürümekten vazgeçersin veya tek başına da olsa yola devam edersin. Her şey seçimlerine bağlıdır aslında;
Elini dolu görmeyi hayal edersen öyle de görebilirsin, ta ki bir rüzgar esip o hayal bulutunu süpürene dek.
Elini tutarken sevgili, o eli boş da görmeyi hayal edebilirsin, ta ki gerçekten yalnız kalıp kalbine sızılar dolana dek.

Aradaki tek fark, kendi ellerinle ateşe attığın sevginin yeniden canlanıp yüreğini ısıtamayacak olmasıdır. Geriye dönemezsin, tekrar bir başkasıyla başlayamazsın yola, sıkılırsın. Geçtiğin yollar tanıdık, yanındaki ise yabancıdır. Bir yabancıdan ise yol arkadaşı olmaz insana. Olsa olsa durak olur, ikinci defa asla uğramayacağın.

15 Temmuz 2010

Yaktın beni Body Shop!


Er cinsten bakir bir arının kurbanı oldum ey ahali! 
Parfüme dair okuduğum ilk kitap Patrick Süskind'in "Koku" romanıydı. Bilenler bilir, kokulara karşı aşırı duyarlılığı ve ayırt etme gücü olan, doğuştan olağanüstü yetenekleri ve sosyalleşme problemleri olan bir psikopatın mükemmel kokuyu yaratmak için güzel bakireleri öldürüp kokularını damıttığı bir romandı "Koku". O güne dek, iyi kokmanın insanın başına bela açabileceği aklıma bile gelmemişti. Aksine kötü kokuların insanların başına bela açmasını diliyordum içten içe. (ki hala öyledir, kötü kokan hiç bir şeye tahammülüm yok, benim de koku duyum oldukça gelişmiştir.) Neyse, kitaptan sonra bir süre parfüm kullanmadığımı bile söyleyebilirim.

Psikopat hayal karakterlerini geçersek, tatlı kokuların çekici olduğu doğru. Bizler de bu çekiciliğin büyüsüne kapılıp kullanıyoruz parfüm denen tetematı zaten. Ama her zaman sadece insanoğlunun ilgisini çekmekle kalmıyor, bilimum haşeratın da ağzını sulandırıyor leziz kokular. Ben de kokuların ve renklerin peşinden giden bir canlı olarak Body Shop, Lush gibi mağazaların önünden geçerken ağzım sulanıyor, içim gıcıklanıyor, içeri girip her şeyi almak, her şeyi koklamak, dokunmak istiyorum! Hatta bazen o ürünleri ısırmak, yemek istiyorum (iğrenç miyim?). Ama sanırım doğanın döngüsünde en önemli yeri kaplayan arılar da tıpkı benim gibi düşünüyorlar!

Geçen sabah yine gözümün şişi inmeden ne bulursam üstüme geçirdim, işe gideceğim için zar zor bir iki allık darbesi ile yüzümü renklendirdim, jölemi sürdüm, dişimi fırçaladım ve son olarak doğumgünümde can arkadaşlarımın bana aldığı şeker kokulu parfümümü sıktım. Yola çıktığımda hala gözüm açılmamıştı. Zaman zaman bu uyku haliyle bir yerlere takılıp sendelediğim bile olur. Neyse, her gün olduğu gibi karşıya geçtim, otobüse binip Gayrettepe'ye geldim. Her şey yolunda gibiydi. Ofise girdim, herkese Merhaba diyip hemen mutfağa koştum. Bir canlanma çayı ile kendime gelmek niyetindeydim. Önce sevgili kuaförümün (kendisini image maker olarak tanımlayan bir megoloman) bana tarz katmak için kafamın gerisinde bıraktığı kuyruğumun enseme değen yerinde bir kaşıntı hissettim. Sonra bir vızıltı. Ay bu karasinek nereden gelmiş de saçıma konmuş diyerek elimi enseme attım.

HOOOOP gömleğimden içeri bir şey düştü!
O andan itibaren gelişen olaylar;
Koridorda koşan bir Zeynep!
"Kızlar sırtıma sinek girdi birisi çıkartabilir mi lütfen" diye bağıran bir Zeynep,
"Ay ay ay! Ay yandım! Of bir şey ısırdı sırtımı yetişin yaaa!" diye bağıran bir Zeynep!
Böğürerek isyan eden bir Zeynep...
Lavaboda kadın nüfusunun artması; Gömleğimi çekip çıkarttıklarında sırtıma asılı duran arıyı görmeleri ile ufak bir kargaşanın patlaması; Cevval stajyerimin arıyı kovarak sırtımda kalan iğnesini çekip çıkartması; derken benim acılar içerisinde kıvranmaya başlamam...

Vay arkadaş!
Ofiste ne işin var!
Hadi saçıma yapıştın geldin, hadi çiçek gibi, şeker gibi kokuyorum anladık, niye ensemden içeri giriyorsun, sapık mısın?
Hadi girdin, neden sokuyorsun!!!
Soktun da ne oldu? Öldün, değdi mi?

Tabi bir bedevi olmamın verdiği alışkınlık ile duruma o kadar da çok şaşırmadım. Aslında kimse şaşırmadı, ne Facebook ahalisi, ne de twitter ahalisi. Bedevidir, böyle şeylere şaşırmama gerek, gibisinden yorumlar geldi.
Ama en tatlı yorum anneme aitti; "Ah yavrum, her şey de seni buluyor..."

Bir kozmetikzede olarak isyanım o şaşkın arıya değil, doğanın canlılara verdiği bu seçiciliğedir. (Ayrıca zaten vahşi arımız iğnesini kaybedince trajik bir biçimde öldü, nihohah. Bkz: ölü arıya bir de ayakkabıyla vurmak)
Bir de o kokuların üzerine ne olur yeni uyarılar yazın.
Mesela; "Dikkat! O kadar tatlı kokuyorsunuz ki, arı sokabilir!";

"Dikkat! O kadar tatlı kokuyorsunuz ki, sakın doğaya çıkmayın, ayılar kovalayabilir!" gibi...

09 Temmuz 2010

Bedeviden eleman olmaz


Sayın Yetkili,

Boğaziçi, Odtü, Bilgi, Sabancı, Koç Üniversitelerinden mezun değilim. Mühendislik, işletme, iktisat, hukuk veya tıp okumadım. Yani aslına bakarsanız sizin için gereksiz ve işe yaramaz bir bölüm okudum; Sosyoloji. Üstelik de Sakarya Üniversitesi'nde. Aslında tüm bunları göz önünde bulundurarak haddimi bilmeli ve ilanda bahsi geçen pozisyona başvurmamalıydım.

İki yıldır sağlık sektörüne hizmet veren bir iletişim firmasının kurumsal yayınlarının yazı işleri sorumlusuyum. Firma bünyesindeki 3 adet derginin metin yazımı, muhabirlik, redaksiyon ve editoryal işlerini yürütüyorum. Yani bir şeyler satıp pazarlamadığıma göre veya yöneticilik yapmadığıma göre işe yaramazın tekiyim. Zaten sürekli okuyan ve araştıran bir insan olduğum için, sizinki gibi kurumsal bir şirkette diğer çalışanlarla dedikodu ve entrika çeviremeyeceğimi tahmin ediyorum. Beni işe almamanız için bir çok nedeniniz var.

Ama bununla da bitmiyor elbette. Çalıştığım firmada çeşitli projeler yazıyorum, yaratıcı çalışmalar konusunda çok iyiyim. Bu da demek oluyor ki hayalperestin, tembelin tekiyim. İnsan yaratıcı olur mu? İşveren ne söylerse birebir onu yapar, işin içine yaratıcılığını sokmak demek burnu büyüklüktür, şımarıklıktır, ne haddimedir hatta, çok ayıp.

Ayrıca boktan boktan işlerle uğraşıyorum. Mesela sosyal medyaya ilgi duyuyorum. Bu konudaki gelişmeleri takip ediyorum işim yokmuş gibi. Mal mıyım neyim? Üstelik sosyal ağlara da takılıyorum, facebook'ta yazdığım bir şey veya siyasi duruşum yüzünden beni işten rahatça kovabilirsiniz. Tazminatsız, şartsız, mis gibi. Bu arada bir blog sitem de var, Bedevinin Günlüğü diye. Orada yazdıklarımı okursanız ne kadar asabi ve geçimsiz biri olduğumu da anlayabilirsiniz. Böyle huysuzların özgeçmişi bile okunmaz ya, siz belli ki şuraya kadar önyazımı okudunuz. Valla bravo. Hem sosyoloji mezunu, hem yazar, hem blogcu, çekilecek çile değil. Başka internet siteleri ile de ilişiğim var ama daha fazla antipati toplamak istemiyorum.

Şimdi size kişilik özelliklerimden veya ilgilendiğim pozisyonlardan falan da bahsetmemi hala bekliyorsanız zaten enayinin tekisiniz bence. Ben yüzsüzlük etmeyeceğim, söylemeyeceğim. Zaten bok gibi şirketiniz var. Antin kuntin iş icat ediyorsunuz. Sizinle çalışmak falan da istemiyorum aslına bakarsanız. Özgeçmiş ve önyazımı size neden yolladığım bile belli değil. Allah Allah manyak mıyım neyim?

06 Temmuz 2010

“Hayat dallamalarla çalışmak için çok kısa”

Standart bir çalışanın hayatı üzerinden şöyle ufak bir hesap yapalım. Her gün 9 saat iş yerinde olan bir insan -hadi diyelim ki öğle arasında çıkıp tek başına yemek yedi- nereden baksanız bakın günde 8 saatini iş arkadaşlarıyla geçiriyor demektir. İstanbul gibi bir şehirde de günde 2 saatinizin yollarda geçeceği aşikar, tabi işe vasıta kullanmadan giden küçük azınlıktan değilseniz. Etti mi size günün 11 saati. Geri kalan 13 saatin de 7-8 saati uyku olmak ve gerisi de muhtelif ihtiyaçlara sarfedildiğini düşünürseniz; günün en büyük dilimini işte geçiriyorsunuz!
Her ne kadar iş de yapıyorsanız, kafanızı bacaklarınızın arasına gömüp tüm gün kimseyle muhatap olmadan çalışma şansınızın olmadığı gerçeğini kabul edin. Hele ki bir dallamayla çalışıyorsanız onu asla görmezden gelemezsiniz. Ha bu konuyla ilgili bir sürü de kitap yazılmıştır eminim. Ama ben de bir şeyler söylemezsem karnıma ağrı girer.
Bu şahıslar size kendinizi kötü hissetmeniz için sürekli olarak uyarı gönderirler. Onların bir bitki olmadığını düşünürsek, bu uyarıların sözlü, şekilli, kanlı canlı ve bu nedenle de oldukça sinir bozucu olduklarından emin olabilirsiniz. Kimisi rekabet etmeye çalışır, kimisi kendine bir üstünlük biçer ve bunu kanıtlamaya çabalar, sürekli bir mücadelesi vardır bu tiplerin. Haaa kimisi başkalarını diline dolayarak egolarını cilalar, kimisi işveren hakkında tüm gün atıp tutarak rahatlamaya çalışsa da patron gelince bir ayaklarına kapanıp öpüp koklamadığı kalır. Bu dallamalar için herkes çok kötüdür, kimse onları anlamıyordur. Tartışmayı bilmezler, analitik düşüncenin -a'sı mevcut değildir beyinlerinde. Bilgileri yoktur, fikirleri çoktur. Üstelik fikirlerini iyi bulmazsanız sizinle iletişim kuramadıklarından bile şikayet ederler. Kısacası ağızlarına kürekle vurulasıcadırlar. Yaz sıcağında uzun saatler sonunda uykuya dalabilen muzaffer kişinin kulağında vızıldayan sivrisinektirler.
Peki bu dallamalardan kurtulmanın bir yolu yok mudur? İllaki gidip patrona, ben bu dallamayla çalışmak istemiyorum mu demelisiniz? Ya patronunuz dallamaların iş ortamını kızıştırarak daha iyi iş çıkarttığınıza inanıyorsa? Ve galiba yolu yoktur da... Çünkü bu dallamalar o kadar çoktur ki aslında, onlar için mekan değiştirmek de çok mantıklı değildir. Bu dallamalıkla çözümsüz denklemler oluşturmayı başarabildikleri için kendileriyle övünmelidirler. Yolda görseniz selam vermezsiniz ama günün en kıymetli 8 saatini de bu insanlarla paylaşmak zorundasınızdır. Tanrım! Çinliler bile işkence konusunda bu kadar yaratıcı olamadılar, nedir insanların bu dallamalardan çektiği?
Ama yine de bir kaçış yolu bulmak gerek, ne de olsa “Hayat dallamalarla çalışmak için çok kısa” (Bernbach)

04 Temmuz 2010

Bir merdane var benden içeri...

Bugün Friendfeed, Twitter ve Facebook'umdan duyurduğum üzere, geleneksel Türk teyzesi yöntemlerini benimsiyorum ve kendime silah olarak MERDANEyi seçtim! Terlik ve oklava seçeneklerim de vardı ama merdanenin tarzıma daha uygun düştüğünü düşünüyorum. Yıllar yılı geleneksel aile yapısı evlatlarını böyle ev silahlarıyla eğitti, terbiye verdi. Merdane, terlik, oklava ne zaman ki tedavülden kalktı, etrafı terbiyesiz sardı. Ben kendimi bu davaya adıyorum! Her sağlıklı "teyze"nin sahip olduğu gibi benim de bir tane en büyük boyundan, kalınca bir tahta merdanem var ve bu konuda XPlerimi en kısa sürede arttırmak için çalışmalara başlıyorum.

Şimdi efenim ilk ciddi kurbanım üst kattaki anormal yönetici ailesi olacak sanıyorum ki. Zaten beni şiddete meyillendirenler de onlar oldu. Olayı şöyle özetliyeyim;

Geçen gün apartmana, "camlarınızdan halı-kilim-örtü silkelemeyiniz, elektrik süpürgesi kullanınız" diye uyarı astım. Hemen yanına üst komşumuz olan sapık yöneticimiz bir uyarı asmış. "Canının istediği gibi buraya yazı yazma! Her pazartesi öğlene kadar örtü silkelenecek, apartman kararı var. Halı değil örtü! Apartman kararı var" yazmış. Hadi dedim yemiş olayım. Çünkü her gün bir şeyler silkeliyor bunun karısı.
Bugün, yani PAZAR, yine bir şey silkeledi uyarıları yazan yönetici. Evin içine toz doldu. Annem de camı açıp bağırdı, madem pazartesi için karar aldınız kendi uyarınıza uyun bari, diye.

Ben de yeniden uyarı yazısı astım :D "4 Temmuz PAZAR günü yönetici dairesinden örtü silkelenmiştir. Pazartesi için düzenleme yapanların uyarmasını rica ediyoruz." diye. Sonra dedim ki, o kadar uyarı yazıp da kendisi uymuyorsa anlamaz ki uyarıdan. Kapının önüne hemen bir tane tahta merdane koydum.

Böylece hayat felsefemi tamamen değiştiriyorum. "Ve şiddet tüm anlaşmazlıkları çözer" önermesini bu konuda kendime kılavuz belliyorum. Bir daha uyarı yazısı asmayacağım, kimseye sözlü uyarı da yapmayacağım. Çok derdim değil örtü silkelenmesi, ama oraya yazı yazıp artistlik yaptıktan sonra eğer kendisi örtü silkelerse işin rengi değişir. Bir daha yöneticinin karısı bunu tekrarlarsa yukarı çıkıp direk döveceğim mahsus. Ama ciddi ciddi. Akşam gelince mesajımı alır herhalde kendisi de :)

Eski sistem kadın olacağım bundan böyle. Artık sözler değil merdaneler, terlikler konuşacak! Merdane rulez!!!

İkinci kurbanım ise beni bu kadar ciddi sinirlendirmeyen fakat bir iddiaya dönüşmüş olan bir dava sonucunda listemdeki yerini aldı. Sevgili arkadaşım Oğuz, geçen Merlion 3 buluşmasında suratımda elektro-boogie & tokat birleşimi bir combo patlatarak beni şoktan şoka gark etmişti. Önümüzdeki Merlion 4 buluşmasını da fırsat bilerek kendisine meydan okuduğumu bildirdim hemen. Oğuz'a merdanemle tanışacağı güne dek geri sayım yapıp onu gerecek bir sayfa hazırladım. Buyrun adresi burada; http://ompmerdane.blogspot.com/  Siz de sayaca bakarak bu heyecana ortak olabilirsiniz. Zira sayaç sıfırlandığında kendisinin yanağında bir adet silindirik yumru oluşacak keh keh keh keh ;)

Yeni kurbanlar belirlemek konusunda ise seçici davranmayacağım, bilginiz olsun...


02 Temmuz 2010

Ünlülerin annelikle imtihanı

Aşırı ünlülerin çocuklarıyla ve annelik duygularıyla ilgili pek anormal durumları başgösterdi.
Son dönemlerde sıkça şahit oluyoruz "freak" anne baba haberlerine. Bu manyaklıklara aslında Amerikan ellerindeki doyumsuz selebritiler başladıysa da, biliyorsunuz ki ülkemiz özenti sosyetesi de hemen buna uyum sağladı.


Bir yanda dünyanın hasta olduğu kadın Angelina Jolie, 4 yaşındaki biyolojik kızı (bir çok da evlatlığı olduğu için böyle telaffuz ediyor) Shiloh'un erkek olmak istediğini söylüyor. Bu durumu yadırgamadığını, aksine gidip çocuğun saçlarını kestirip ona erkek kıyafetleri aldığını anlatıyor gazetecilere hararetli hararetli. Sonra da kızının moda zevkini övüyor, “Shiloh’un Montenegro stiline sahip olduğunu düşünüyoruz. Eşofman ve takım elbise giymeyi seviyor”. 4 yaşındaki kızın moda zevki? Cinsel tercihinin bilincinde olması? Hmm...

 
Gelelim Madonna'ya! 13 yaşındaki kızıyla ortak olup bir çocuk moda markası yarattığını açıkladı. Kıza hemen bir internet sitesi kuruldu ve blog bölümünde yazmaya başladı bücürük kızımız. Bizlere yarattığı koleksiyonundan bahsediyor. Annesi ise kızımın moda anlayışı benim şu anki halimden bile iyi, diyor. Kızı da annesiyle gurur duyuyor çünkü bu yıl saçlarını boyatmasına izin vermiş... Yaş 13, moda ikonu, saçları boyalı, çocukluğunu yaşamak yerine şöhret ve para peşinde... Yazın bir kenara.



 
Türkiye'nin çakma starlarından biri Ebru Şallı! Geçmişini karıştırmadan, sadece bugünkü durumunu bile özetlemek yeterli nasıl sapkınca tavırları olduğunu açıklamak için. Bir anda Türkiye'nin en güzide annesi, ailesini çekip çeviren güçlü kadın, pilates uzmanı spor hocası ve servet veliahtının karısı olduğu yetmedi. Üremeyi de pek seviyor. Ama doğasına biraz aykırı olarak... Efenim hanımımız hamileymiş, "hiç bir şey zayıflığın verdiği his kadar lezzetli değil", "şişman kadınlar çirkindir" gibi garip hayat mottolarından sonra bir de hamilelikte hiç kilo almadan sağlıklı çocuk doğurulacağına dair açıklamalar yapıyor. Şok diyetlerle, zayıflama haplarıyla ölen insanların yaşadığı, kişi başına düşen gelirin yerlerde süründüğü ülkemizde, şişmanlığın pislik rezalet bir şey olduğunu ve hatta bebeğinizi beslemek pahasına bile bir gram almamanız gerektiğini bildiriyor haspam. Ülkemizde en Fotoğraf: Temsili Ebru Şallı  çok tüketilen gıdanın ekmek olduğunu ve anaçlığın kadınlık geleneğimizde olduğunu hesaba katmıyor.

Geçelim anaçlığı, karnında bebek besleyen bir insanın, hiç olmazsa o bebeği büyütecek ve sağlıklı dünyaya getirecek kadar kilo alması gerek. Ama bu hatun hem 5 aylık hamileyim sadece 1 kilo aldım diyip, çıkmamış karnını kameralara gösteriyor sırıtarak. Hem hala diğer insanlar kadar ağır spor yapıyorum, pilatese devam ediyorum, diyor. Ayrıca uzun yıllardır da hiç et yemiyormuş...
Bu kadın yüzünden kaç kompleksli kadın çocuğunu düşürecek bilemiyorum...

Merak ediyorum, ünlü olunca annelik hissiyatı nasıl bir manipülasyona uğruyor?

“Temple of the dog”

Bir hikayenin başlangıcı...

14 yaşında kız çocuğu. Sıkı rockçı. Döneminin tüm imkanlarıyla pazar geceleri radyoda Güven Erkin Erkal ile müziğin nabzını tutarken bir yandan da arkadaşlarıyla kasetlerini paylaşırlar. Gereksiz İngilizce eğitim kasetlerinin üzerine Metallica'lar, Pentagram'lar kaydedilmeye başlanmış, CD'ler daha yeni yeni ünlü olmaya başlamıştır. Küçük bir teybi vardır, sadece kaset çalan. O yıl tek isteği doğumgününde odasını laciverte boyatmak, kocaman hoparlörleri olan ve cd çalan bir müzik setine sahip olmaktır. İstediği sürprizi yaparlar, önce boyanır oda, sonra da kendince “dev” müzik seti odanın en değerli köşesine yerleştirilir. Bundan sonra, apartman boşluğuna bakan penceresinden tüm camları titretecek volümde rock yayını yapmaya başlayacaktır. Komşular bu durumdan mutsuzdur, ama içinde müzik aşkıyla yanıp tutuşan bir genci kimse yıldıramaz. Okula gitmek için alarmlı saat kullanmaktan vazgeçmiş, yeni müzik setinin tüm imkanlarını sömürerek sabahları Metallica ile uyanmaya başlamıştır. O yıl önceki yıllar babasıyla gidip Saray'da dürüm, tatlı yediği, tavuk suyuna çorba içtiği Kadıköy'de, yalnız başına “takılmanın” keyfini çıkartacaktır. Bir yeni liseli olarak, hazırlık sınıfının tüm genişliğinin imkanlarını kullanacak, 3'ten yukarı çıkmayan İngilizce notları ile kafasında notalarla yaşayacaktır. Okulu asmalar, Akmar'a gitmeler, ilk biralar, sigaralar, siyah kuru kafalı tshirtler ve yeni grupları tanıma sevdası ile kendisine ucuz cd bulabileceği yerler araştırmaya başlar. İşte o zaman tanır adamını!

Delikanlı 20'li yaşların başında, üzerinde mor forması altında bisikletiyle Kadıköy'ün tanınan yüzlerinden biridir. Bisikletiyle gazete dağıtırken verdiği emeğe karşılık sömürüyle karşılaşınca isyan etmiş ve Akmar'ın orada cd tezgahı açmış, oralarda bir ilki gerçekleştirdiği için de epey tanınmıştır. Kıvırcık uzun saçları birkaç gün taramadığında rastalaşıyor, küpesiyle, duruşuyla ya çok seviliyor ya da nefret ediliyordur.

"Küçük kız tezgaha yanaştı. Yeni birkaç grup tanımak ateşiyle yanarken, envayi çeşit gruba ait cdleri tezgahta görünce kendinden geçmesi beklenirdi. Ama ilk aşk ateşi karnına düştüğünden olsa gerek o cdlerden çok kıvırcık saçlara bakıyordu. Yanındaki kuzenine itiraf etti; “Aslında bugün buraya cd almak için değil, O'nu görmek için sürükledim seni.” Ablası yaşındaki kuzeni şehir dışından geldiği için onu gezdirmesi, ilginç yerler göstermesi gerekmekteydi. Ama o kendini tutamamış, cd almak bahanesiyle onu da sürüklemişti Akmar'ın oraya. Kuzen gülmüştü. Anlamıştı zaten kızda bir tuhaflık olduğunu. Gözleri bir farklı bakıyor, sık sık dalıyordu ya, o yaşların deli hallerine bir de AŞK eklenmişti ruhuna...

Bu kez konuşacaktı onunla. Uzaktan görmenin ötesinde, en azından ismini öğrenecekti.
“Merhaba”, dedi. “Ben yeni gruplar dinlemek istiyorum. Bana önerebileceğiniz değişik gruplar var mı?”. Çocuk onu fark etmemişti bile, yaşı çok küçüktü kızın, öyle kadınsı bir yanı yoktu. Aksine çocuktı hala... “Temple of the dog diye bir grubun cdsi geldi, bence bunu almalısın. Chris Cornell vokalde. Soundgarden'in solisti hani. Birkaç iyi müzisyen sadece bu proje için biraraya gelip bir albüm yapmışlar. Çok güzel.” Hemen almıştı kız. Eve gidip dinlemeden önce cdnin üzerindeki el yazısına bakmıştı çocuğun. “Temple of the dog!”..."

O yıl bir de müzik grubuna dahil olmuştur. İlkokuldan beridir okul korolarında şarkı söylüyor, çoğu konserde solist olarak yer alıyordur. Sıkılmıştı artık halk müziği, sanat müziği söylemekten. Bir ara gitar kursuna gitmiş, oradaki hocanın ısrarla kendisine İspanyıol gitar öğretmeye, illaki notayla çaldırmaya direnmesi üzerine kursu bırakmıştır. Kendi rock grubuna sahip olmuş hatta Taksim Laylaylom Consert Hall'da bir de gündüz konseri vermiştir. Damarlarında Rock'nRoll akıyordur...

Ailesi okuldan çok müziğe ilgi göstermesini kabullenmemiş, annesi bir konser öncesi onun evden çıkmasına bile izin vermemiş, grubuna rezil olmuş, her şey darmadağın olmuştur. Grupta anlaşmazlık yaşayan gitarist ve bateristin kaprisleri de birleşince, lanet olsun diyerek solistliği de bırakmıştır. O arada il genelinde yapılan bir halk müziği solist yarışmasında da okulunun ısrarı üzerine okul adına yarışmış, bir de birinci olmuştur. Böylece müdür beyle periyodik olarak giriştiği laf dalaşları ve kavgaların üzerine bir sünger çekilmiş, okulun değerli öğrencileri arasına girmiştir. Serserilik ise kanında dolaşmaya devam ediyor, kabul görüp normalleşmektense, öteki olmayı arzı ediyordur. Politikayla ilgilenmeye başlar, çeşitli gruplarla toplantılara katılır. Hiçbir yere ait olamaz. Aidiyet ruhunda yoktur...

Bu arada cdci çocukla arkadaş olmuş, sık sık onun yanına uğramaya başlamıştır. Utangaçlığına rağmen gidip yanına uğruyor, karnında uçuşan kelebeklerin sesini bastırarak ona ilgisini belli ediyordur. İlk büyük aşk! Onun uğruna herşeyi yapmaya değerdir, hem çocuk da ona ilgi gösteriyordur ama... Aması var... Yaşı küçüktür, çocuk bundan korkmuş ve geri adım atmıştır. Kız bu duruma üzülür, mücadele eder, fakat arada başka yıpratıcı olaylar da yaşandığı, çocuk başka bir kızla farklı heyecanlar yaşadığı için çocuğu terk edip kaçar ondan. Kıvırcık saçlara veda edip, onu yeni ilişkisiyle başbaşa bırakır.

Sonraki yıllarda hem Chris Cornell'in hem de yeni grubu Audioslave'in de hayranı olacaktır. Temple of the dog'ın etkisini Hiçbir zaman unutmayacak, cdyi hiç atmayacaktır. O dönemde aldığı onlarca cd, dinlediği radyo programları, müzik dergileri sayesinde zamanla heavy metal dışındaki müzikleri de keşfedecek, alternatif rock, 70'ler, The Doors, Janis Joplin ve daha nice farklı müzik türünden en iyileri dinleyecek, eskisi gibi tarz ayırt etmeyecek, hep daha iyiyi arayacaktır.

devamı daha sonra... (belki...)

01 Temmuz 2010

Bedevinin para duası

Ey hamşolara para veren Tanrım!
Biz hayalperest kullarını da sevindir. Lotolarımızı uğurlu sayılarla doldur, yolda yüzlük bulmayı nasip et.
Mühendis, doktor, avukat olmadan da emeğine karşılık bulmayı, adam yerine konmayı nasip et. 4 yıl okuyup okuyup kafayı çatlattıktan sonra bir mezuniyet ikramiyesi, bir Avrupa turnesi falan nasip et!
Bol uyku, az mesai, çok yayma ve bol kazanç ver.
Günlerimizi 36 saat, her haftasonumuzu rock festivali yap tanrım!
Bezgin Bekir ruhlarımızla az ama öz çalışmayı, trafiğe takılmadan bir gün olsun eve gitmeyi nasip et!
Yıllık izinlerimizde bize de dış ülkelerde tatiller, çılgın partiler, bronz tenler ve karizmatik vücut ölçüleri ver.

Bunları geçelim, en iyisi birazcık HUZUR VER!

24 Haziran 2010

Oha Türkler coştu! Twitter'a bir haller oluyor!

Bir Aşk-ı Memnu yazısı da ben yazmasaydım uykularım kaçacaktı. Çok ciddi kamuoyu baskısı var üzerimde. Efenim dizi malumunuz, anlatmaya lüzum göremiyorum, en izlemeyeniniz bile maşallah her haltını biliyor...
Bu gece ülkecek en büyük derdimizden, en trend gündemimizden kurtulduk, öncelikle hayırlar olsun diyorum. Ben de izledim elbette diziyi ve bir daha asla ülkemiz televizyonlarında yayınlanan herhangi bir diziyi izlememeye yemin ettim. (Ben bunu hep yapıyorum, Aşk-ı Memnu'ya has bir şey değil, yanlış anlamayın.)

Özel nedenleri geçersek, bir kere dizi süreleri çok uzun. 2-3 saat dizi mi olur kardeşim? Biz film izlemeye üşenen insanız. Hiç mi sevgilimizle vakit geçirmeeyceğiz, ailemizle sohbet etmeyeceğiz? İnsaf biraz yapımcılar. Bak elin gavur ellerinde 25-30 dakika mis gibi de diziler. Prodüksiyon zengin, cast sağlam. Biz bulduk bir Behlül-Bihter sömürüyoruz tabi :)

Ama bu akşamki bölümün hüznünden çok ne kadar eğlendiğimden bahsetmek istiyorum sizlere. Her hüznün altından bir muzurluk çıkar ya, iyi ki varsın Twitter demek istiyorum!
Dizinin ardından yollanan postlar o kadar komikti ki, bir dizi süresince de kahkahalara boğulduk. Öyle ki "Aşk-ı Memnu" kelimesi, sitenin Worldwide kategorisinde hakkında en çok yazılanlar arasında birinci oldu. Ülkemiz böylece bir ilk yaşadı. Yabancılardan "What is askimemnu?" nidaları yükseldi.
Ben de okuduklarımdan esinlenerek facebookta gece boyunca arkadaşlarla bir geyik döndürdüm ki sormayın... Dizi komedi dizisi olsa bu kadar eğlenemezdik sanırım :D

Geceden arta kalan aforizmalarım ise şöyle oldu :P
  • Şükrü Saraçoğlu'nda Bihter ölmedi anonsu yapılmış! Fenerbahçeliler herşeyden habersiz toplanıp Nihal'in düğününe katılmaya gidiyormuş. :D
  • Aşk-ı Memnu bitti mu? Nihal evde kaldi mu? Bihter öcün aldi mu? İmdi yürek yırtılur..
  • Berduş bir de ağlıyor mezarlıkta "Beceremedim!" diye. Daha neyi becereksin iblis? Bütün sülaleyi sıradan geçirdin...
  • Ednan Bey'in çiftesi pek olur XD
  • Yaprak Dökümü'nün yeni sezonunda Nihal Ali Rıza Bey'in gayrı meşru kızı olacakmış :O
  •  Bu arada iyi ki bi status yazdık, çalan çalana, çalanlardan da çalan çalana, böyle giderse bütün ülke buna gülecek :D
Hayır şaka bir yana, ne Aşk-ı Memnu'ymuş arkadaş, ülkemizde Lost'tan beter sarsıntı yarattı. Abim bile telefonda "sonuç nedir?" diye sordu maç skoru sorar gibi. En çok "Firdevs felç oldu" diyince keyiflendi, bir de döndü arkadaşlarına anlattı :D
Bye bye Bihter, kalbindeki kurşun kadar saf ve temiz bu sayfayı bana ayırdığın için...ZzZZzzzt!

17 Haziran 2010

Yaz geldi şenlen gönlüm, terledi ahali tıkan burnum...

Otobüsteyim...
Mecidiyeköy'ün ilerlemeyen trafiğinin ortasında, eski bir halk otobüsünde. Ayaktayım, şu meşhur "Orta Kapı"nın önünde, açık camlardan belli belirsiz giren havayı emmeye çalışıyorum. Henüz otobüs boş, fakat ilerleyemediğimiz için açık olan ön kapıdan sürekli yeni yolcular biniyor.
Önden çatlak bir ses; "İlerleyelim!"
Bir ses daha; "Arkalarda boşluk var ilerleyin kardeşim!"
Ben göremiyorum boşluk... Terliyorum.
Aylardan haziran, derece 35'i geçiyordur, bakmadım... Terliyorum.
Etrafım gittikçe doluyor. Otobüs ilerlemiyor.
"Kaldırmayın kollarınızı" diyorum içimden. "Kaldırmayın, koltuk kenarlarına tutunun, demirlere tutunun, birbirinize tutunun ama kaldırmayın kollarınızı gere gere yukarıya!"
Geceleri nefes almamı engelleyecek derecede tıkanan burnum, ne şans ki sonuna kadar açık. Tüm kokulara açık!
Terliyorum...
Diğerleri de terliyor ve kollarını kaldırıyor...
Bir adamın kolu koluma değiyor, terli, yapış yapış. Midem bulanıyor. Terliyorum.
Şoför gereksiz yanaşıyor öndeki araçlara, bu yüzden sürekli ani fren yapıyor, herkes birbirine değiyor...kolları havada olanların koltukaltları da birilerine değiyor. Islak, pis kokulu... Terliyorum.
Şoför fren yaptıkça sarsılıyor, toplu bir yapışkanlığı yayıyoruz. Kadının biri dengede duramıyor, işaret parmağı kulağımın arkasına saplanıyor, uzun tırnaklı. "Pardon" diyor, homurdanıyorum. İneceğim yer yaklaşmıyor. Terliyorum.
Köprüyü geçiyoruz, saatime bakıyorum, çok geciktim...
Köprü sonrası pirana gibi insan kaynayan o meşhur durağa yaklaşıyoruz. Ben terliyorum.
İnsan doluyor, biraz daha "ilerliyoruz", öyle ki bütün yapışkan kollar birbirine dayanıyor. Koku ağırlaşıyor. Yanımdaki adam kolunu kaldırıp en tepedeki demire tutunuyor. Amacı camdan giren havada kurutmak gömleğinin o ıslanmaktan koyulaşmış alanını. Nefretle bakıyorum yüzüne, anlıyor, indiriyor kolunu. Sonra dayanamıyor yine kaldırıyor kolunu. Terliyorum!
İneceğim durağa daha var, manavın önünden geçiyoruz. O an basıyorum düğmeye, ineceğim diyorum sesli sesli. Koca bir "Offf" sonra bir de "Öffff" dökülüyor ağzımdan. Otobüs duruyor. İniyorum.
Manava koşuyorum.
Karpuzlar kocaman. Kırmızı. Kırmızıyı çok severim.
Karpuzu kucaklıyorum, 7 kilo, ancak kucağımda taşırım bunu ben diyorum.
Durağa gidiyorum. Tekrar otobüse biniyorum.
Eski bir halk otobüsü. Terliyorum.

01 Mayıs 2010

"O" geri dönüyor!!!

Çocukluk kahramanım, canım, ciğerim, kuzu sarmam geri dönüyormuş!
Öyle hemen konuya gireceğimi, kendisinin kimliğini ifşa edeceğimi sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Bu yazıya, kendisini görmek için çektiğim cefaları ve bir ömür boyu sürecek olan psikolojik arazlarımı anlatarak başlayacağım.


Şimdi efendim, "O" çocukken ölesiye korktuğum halde üzerinden gözlerimi alamadığımdı...

"O", daha 7 yaşında bir minik kızken uyur numarası yapıp, herkes yattıktan sonra salona gidip bütün gece uykusuz kalmamı sağlayandı.

"O", bir ömür tam anlamıyla bir uyku düzenim olmamasına sebep olan, düzensizliği ve anarşiyi bu bünyeye kazandırandı.

Zaman zaman kaybolur, aha bu sefer öldü galiba dediğimde yeniden ortaya çıkandı. Sayesinde manyak muamelesi görmüş, minicik yaşımda tirtir titreyerek uykulardan sıçramış ama ne korkuyla ne de bıkkınlıkla kendisinden vazgeçmemiştim.

Bir dönem insanların ev telefonunun içinden çıkıp yanımıza gelebileceğini ve bizi öldürebileceğini düşünürdüm. Ne yani, ses geçiyordu da insan neden geçemesindi? Hem "O" geçiyordu!

Nitekim herkesin kendince bir kahramanı vardı çocukken. Benimkiyse "O"ydu, Freddy Krueger!!!

İngilizce sayı saymayı bile kendisiyle öğrendiğimi itiraf etmeliyim;

one, two, freddy's coming for you.
three, four, better lock your door.
five, six, grab a crucifix.
seven, eight, better stay up late.
nine, ten, never... never... never sleep again!


Zaten o zamanlar ne vardı ki izleyebileceğimiz. Biraz uykusuz, problem bir çocuksanız "Savaş Ay'la A Takımı" ve Freddy'le Elm Sokağı Kabusu'ndan başka seçeneğiniz yoktu. (Ki A Takımı, korku kuşağından çok daha tehlikeli ve acaipti bir çocuk için) Ya kendi dilinizden konuşan insanların çıkardıkları cıngarları izleyecektiniz ya da el oğlunun sapık ve yarı ölü seri katilini... Ben ikincisini seçenlerdendim. (Hoş! Birincisine de baya bir maruz kaldığımı itiraf etmeliyim. Korkunçtu korkunç!)

Zaman içerisinde önce seri katillik kavramından korkmamız gerektiğini, büyüdükçe de plastik makyajın ne süper bir şey olduğunu öğrendim! Elm Sokağı'nda oradan oraya sürüklenen minicik bilincim, anneme uyku numarası yaparak salona kaçtığım gecelerde hepten açılıyordu. Sonra gecenin bir yarısı yine anneye sarılarak uyumak istemeler falan... Hiç büyümediğimi düşündürten hareketler eşliğinde zavallı kadıncağızı çileden çıkarttığım geceler... Sabaha kadar bir su içmek için bir çişe gitmek için sürekli kalktığım ve karanlıktan korktuğum için tek başına da gidemediğim için, zavallı annemi de gecede 10 defa yataktan kaldırdığım için bir gün karma beni cezalandıracak! Eminim! Bir çocuğum olacak ve yaklaşık 10 sene kadar düzgün bir uykuya hasret kalacağım.
Tanrım! Bu döngüyü nasıl kırabilirim acaba, çok korkuyorum! Üstelik uyumak hayatta en önem verdiğim eylemlerden biriyken...

O mizahi zekası ile öldürürken güldüren yegane seri katil idi. Bir ara lisedeyken kendisinin çizgili kazağından aramıştım hatta. Ayrıca bir moda ikonu! Kırmızı çizgili kazağına hasta olmayan var mıydı acaba 90'larda?

Yakında yeni bir filmle aramıza dönüyormuş Freddy'ciğim! Acaba hala çocukken aldığım dehşeti ve izleme hevesini yaşatacak mı bana? Ama bu kez geceyarısı sineması kuşağında değil de sinemada izleyeceğim kendilerini. Acaba koltukların arasından fırlayıp katleder mi bizi? Tırnaklarına kurban karizmatik katilim benim!

Sakın uyuma! Freddy senin için de gelebilir! XD

Neyse efendim sizleri "rüyalarda buluşuruz, bu şarkıyla kavuşuruz" nidalarıyla uğurluyor, Freddy'li geceler diliyorum...

one, two, freddy's coming for you.
three, four, better lock your door.
five, six, grab a crucifix.
seven, eight, better stay up late.
nine, ten, never... never... never sleep again!



LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...