16 Aralık 2009

Gülümse... Yarın daha kötü olacak!

Bir süredir size hayatımıza yön veren temel yasalardan bahsetmek istiyordum. Fırsatım olmadı.
İlk keşfettiğimde (geçenlerde) bana çok katı ve pesimist gelen bu bakış açısı, aslında hayatı yalayıp yutmuş, nasıl oluyorsa bu temel prensipleri şıp diye çözmüş bir zekanın ürünü. Ve emin olun secret zırvasından çok daha mantıklı. (Yazının en sonunda bilmeyenler için yasaların kaşifinin ismini vereceğim, ama önce sabredip okumanız gerek.)

Hayat olasılıklar üzerine kurulu. Ve eğer ki bir şeyin ters gitme olasılığı varsa, mutlaka ters gidecektir. Bu kaçınılmaz. Bazen kendi kendinize sorarsınız, şimdi ne yaptım da bu benim başıma geldi diye. Bir şey yapmanıza gerek yok. Eğer ki ters gitme olasılığı taşıyan bir iş yapıyorsanız bu mutlaka ters gider. Ya hiç bir şey yapmayın hayatta, ya da ters giden şeylere alıştırın artık kendinizi :)

Ha şimdi sorarsınız; e peki bir şeyin ters gitme olasılığı birden fazlaysa ne olacak? Hah! İşte o zaman, size en fazla zararı dokunacak kombinasyon hayata geçecektir, hiç şüpheniz olmasın :)

O zaman bırakayım da aksın hayat, diyeceğinizi biliyorum. Olayları kendi haline bırakırsanız kötüden daha da kötüye gider, bunu da unutmayın.


Çünkü "doğa hata ve eksikten yanadır!"

Hatalarınızı düzeltmek için ise tecrübeye ihtiyacınız vardır. Mutlaka bu tecrübeyi ihtiyacınız geçtikten sonra edineceksinizdir.

Bunları okurken benim bedeviliğimden muzdarip böyle şeyler söylediğimi düşünüyor olabilirsiniz. Hayır! Bunlar "Murphy Yasaları"!
Müdehale ettiğiniz her şeyin daha da berbat olacağını, bok edip bırakacağınızı anlatan, dolayısıyla bırakınız hayat aksın , her türlü işler hep kötüye gider diyen bir filozof Murphy. Yasaların tümüne baktığınızda aslında pesimistçe değil de realistçe bir yaklaşım görüyorsunuz. Bir kaç defa okuyunca ise hayatın sırrına vakıf olup tebessüm ediyorsunuz. Bir şey için çırpınmaya başladığınızda onun gitgide bok olduğuna hiç şahit olmadınız mı yoksa siz?

Ben işin geyiğini anlatıyorsam da bakmayın bana, adam ciddi ciddi yasa koymuş, olasılıklar üzerine çalışmış bir bilim adamı, mühendis. Bir gün bir deneyi başarısızlığa uğruyor ve ardından bu sonuç üzerinde yoğunlaşıyor ve Murphy yasaları dediğimiz bu deyişleri ortaya atıyor. Sonra öne sürdüğü teorileri hayatın işleyişi üzerine de yorumluyor.Yasaları tek tek anlatmak gereksiz, Google amcaya sorarsanız hepsi çıkıyor zaten karşınıza. Ama örnek vermek gerekirse en klasik örnekler şöyle; (sizin de başınıza gelmiştir, eminim)
  • Ne zaman bir yere geç kalmışsan, trafik o ölçüde sıkışıktır.
  • Bir reçelli/yağlı ekmek elinizden kaydığında mutlaka reçelli tarafının üzerine düşer. Hele ki halı açık renkse mutlaka bu böyle olur.
  • Bir şeyi tamir etmeye çalışırken daha beter bozarsınız.
  • Bir ödev/yazı yetiştirmeye çalıştığınızda mutlaka bilgisayarınız donar veya arıza çıkartır.
  • Hep haftasonu-tatil günlerinde hastalanırız (hastalanmaya başlarız).
  • Uzun zamandır ihtiyaç duymadığınız bir eşyanız ne zaman lazım olsa bulamazsınız, nereye koyduğunuzu hatırlamazsınız.
  • Telefonunuza tanımadığınız bir numaradan gelen ve bu nedenle cevaplamadığınız numara mutlaka iş görüşmesi için arayan bir şirkete aittir. Veya aramasını çok istediğiniz birine..
Bunlar çeşitlendirilebilir, gördüğünüz gibi. Herkes kendi hayatından örnekler yazabilir... Dünya hakkındaki en doğru sır bu! Tekrarlıyorum: Bir işin ters gitme olasılığı varsa, ters gider...

Ben ki yııllardır bedeviliğimin sebeplerini arar arar bulamam, saçımı başımı yolarım; bu amcayı keşfettiğimden beri yüreğim huzur dolu. Meğer ben de çözmüşüm olayı. Bedeviliği kabullenip bundan hikayeler çıkartmaya başladığımdan beri başıma gelen aksiliklere gülmeyi de öğrendim.

Paniğe kapılmayın! Her şey normal!  Ve gülümseyin, çünkü yarın bugünden daha kötü olacak! =)

*Merak edenler için yasaların orijinalleri ve daha fazlası için bkz :http://www.murphys-laws.com/murphy/murphy-laws.html

29 Kasım 2009

Kadınlar doğaya dönüyor

Giyinmeyi pek bilmem. Rüküş değilimdir ama modadan, renklerden çok fazla çaktığım söylenemez. Kendimce günü kurtaracak kıyafetleri giyer çıkarım.
Ama bu yıl bu konudaki farkındalığım arttı ister istemez. Ciddi bir doğaya dönüş gözlemliyorum giyim kuşam camiasında. Vitrinlere bakıyorum, sokaklara bakıyorum, heryerdeler!!!
Şimdi anlamadınız tabi söylediklerimden bir şey ama örneklendireceğim :)

Ayıdan geldik, doğaya dönüyoruz

Mesela şu UGG botlar. Size neyi çağrıştırıyor? Bana ayı ayağını çağrıştırıyor. Doğanın kendi kendisini en güzel ısıtan hayvanı! Yeri gelir kış boyunca uyur da bana mısın demez! Donmaz, açlıktan ölmez! Böyle çilekeş ve güzel bir hayvandır kendisi. Ve evet, modanın doğaya dönüş hareketinde bu güzel hayvancığın ilk sırada olmasını gönülden alkışlıyorum. Giyin kızlar, ısıtın ayacıklarınızı...


Ye kürküm ye

Yıllar yılı biz çocukken bir kürk modası vardı ki, vicdansız moda alemi hayvanseverlerin şiddetli eylemlerine bile kulak asmadan katliam yaptılar. Dünyanın güzellik düşkünü, kıt beyinli kadınları "kürk isterim! kürk isterim!" diye kocalarının başlarının etlerini yedikçe, daha bir rant yaptı bu akım, özellikle de 80'lerde. Biz seviniyorduk, geldi de geçti, tarih oldu bu sevimsiz moda akımı, diye. Fakat çok yanılmışız! Şu günümüzün -çöpten çıkart giy- mentalitesindeki vintage akımı sağolsun, 80'lere dair kaçtığımız ne kadar ıvır zıvır varsa yine gözümüze sokar oldu. Neyseki her kesime hitap etme sevdasıyla imitasyona yöneldi markalar, parasıyla ışıldamak isteyen sosyete dışındaki güruh da böylece sahte kürke yöneldi. Ve günümüzde de yine ortalık tüylü ve bol alerjenli kıyafetler etrafımızı sarar oldu. Mağazaları her gezişimde mutlaka bir kaç tüylü kıyafete rastlıyorum. İçimizdeki doğa sevgisi hare hare olmuş, kafamızın üzerinde parlıyor maşallah...

Paçalı tavuklarla hayat daha güzel!

Geçenlerde bir kadın gördüm Taksim'de. Ayağında görüp görebileceğiniz en yüksek ince topuklu çizmeleri ile 1.50'lik boy fakiri durumundan yırtmaya çalışıyordu. Buraya kadar her şey normal. Ama bu kadındaki örneği anlatmak için o gün bir fotoğrafını çekmiş olmam gerekirdi, yapamadım! Bu topukların üzerine "çamurluk" diye tabir edilen, çoraba benzeyen fakat ayak kısmı olmayan yün "şey"lerden geçirmişti. Bunu genelde bilek kısmına takıyorlar. Ama bu kadınımız, çamurluğunu topuklarının yer ile birleştiği noktaya kadar indirmişti. Kadının fotoğrafı yok diye dertlenmeyin, sağdaki fotoğraflar durumu özetliyor aslında.
Evet tıpkı bir paçalı tavuk misali, tıpkı bir paçalı güvercin misali...
Ne kadar şiirsel değil mi? :D


Ve daha nice örnek verilebilir fakat ben yoruldum. Ayrıca modadan anlamadığımı da belirtmiştim başlarken de. Eminim siz de modadaki hayvan esintilerine dikkat kesilerek gözlemleyeceksiniz moda ikonu kızlarımızı bundan böyle. Ve kendi kendinize diyeceksiniz ki "Bir yazı okudum, hayatım değişti!" 

Esenliklerle kalın efenim...

29 Ekim 2009

“Kadınlık Bizde Kalsın”


Aylar önce tiyatroda Testosteron adlı oyunu izledikten sonra kafamda çakan şimşeğe yakın bir şimşek daha çaktı. Hani erkeklerin tüm agresifliği, iştahı, isteği ve benzeri duyguları hormonalmış meğerse, diye söyleniyordum ya... Meğerse kadınlarınki de öyleymiş. Bu aslında tıbben bilinen bir gerçek, ama benim keşfetmem gerekliydi, yoksa bu kadarına inanmazdım. 
Yok yok bir olay gerçekleşmedi ama, işte bazı konular zaman içerisinde kavranıyor ya, bu öyle bir şey oldu benim için. Depresyonlarımı özel sanırdım, çok genel şeylermiş oysaki. Tamamen hormonal canııııım...

Ara sıra okuduğum, okurken de eğlendiğim bir blog var , blogun yazarı fund da değinmişti bu konuya. O biraz isyankardı gerçi, hatta yazının sonunda şanssızlığı sonucunda kadın olarak dünyaya geldiği kanısına bile vardı. Kadınlıktan vazgeçmek güzel değil. Şahsen bana ömür boyu regl olmayacaksın, depresyona girmeyeceksin, kadınsal bir sürü sorunla uğraşmayacaksın dahi deseler dünyaya erkek olarak gelmeyi istemezdim. Erkekler alınmasın, gücenirim!

Kadınlık diyince aklıma yıllar önce izlediğim bir oyun geldi. Belki ilkokula gidiyordum, belki daha da küçüktüm bilemiyorum. O zamanlar annem tiyatroya gitmeye bayılırdı. Tabi kapalı alan fobisi henüz bugünkü kadar ilerlememişti. (Şu anda asansör, sinema-tiyatro salonları dahil kapısı kapalı ve karanlık hiçbir yere adım atamıyor). Yasemin Yalçın ve ekibi oynuyordu sanırım. Yılmaz Erdoğan'ın yazdığı bir müzikal komediydi, "Kadınlık Bizde Kalsın” idi oyunun ismi. Adem ile Havva’dan başlıyordu kadınla erkeğin halleri, aramızdaki iletişime dair absürtlüklerin bin yıllarca hiç değişmediğini anlatarak taa günümüze geliyordu. Ciddi bir flashback yaşadım bir anda bu oyunu düşününce. Bu kadar farklı ve birbirine muhtaç olmamız sizin için de ironik değil mi?

Karşılıklı yorgun düşmemize sebebiyet veren de bu farklılık. Farklı iki hormonun hakim olduğu insancıklarız, ne ayrı ne de beraber mutluyuz. İletişemiyoruz... İletişime geçemiyoruz... İletişim kurduğunu düşünenler nasıl kuruyorlar bize de bir anlatsalar ya? Bence herkes aynı süreçleri yaşıyor da, soruna maruz kalan kimselerin tavırları sonuçları değiştiriyor...

Bu nedenle dünyanın gamsızlara güzel olduğunu düşünüyorum. Herkesle aynı sorunlara maruz kalıp, herkesten daha umursamaz tepki vermek, içeride hiçbir şeyi büyütmemek, dışarı hiçbir şey taşırmamak güzel olurdu. Yani anlayacağınız kadınlık ve erkekliği kabullendikten sonra sorun aslında gamsız olup gamsız olmamakla ilgiliymiş diyorsunuz. Siz ne kadar az takarsanız sorunlar da o ölçüde küçülüyorlar gözünüzün önünde. Hatta ilişkiler bile normalleşiyor. Ha şimdi bana sorarsınız, “sen yapabiliyor musun?” diye.
Hiç sanmıyorum! O ayrı...

25 Ekim 2009

Ghetto'da mistik anlar; Niyaz konseri

Geçen yazıda yazacağıma söz verdiğim Niyaz konserine geldi sıra. Bu yıl Caz festivalinde katılabildiğim tek etkinlikti, ama çok doyurucuydu. Sadece müzikal olarak değil üstelik! Üstelik canım arkadaşım Helin'in doğumgününde geldiler. O da buna çok sevindi. En sevdiği grup adeta onun doğumgünü için İstanbul'a gelmişti, Helin konserdeki en mutlu insandı bu açıdan :)

Biraz Azam Ali'den ve grubu Niyaz'dan bahsetmek istiyorum.
Azam Ali İran asıllı bir etnik müzik sanatçısı. İran'da doğmuş, çocukluğunda bir kaç yıl da Hindistan'da yaşamış. 79'da yaşanan İran devriminden sonra, her aydın ailenin yaptığı gibi onun annesi de kızına düzgün bir yaşam verebilmek umuduyla bir çıkış yolu aramış ve 85'te ülkeden uzaklaşarak Amerika'ya göçmüş. O bir göçmen kuş anlayacağınız. Müziği de ortadoğunun, mezopotamyanın özünü taşıyor.
Mükemmel bir sesi ve tahmin edeceğiniz üzere de çok mistik bir havası var. Matrix ve 300 gibi filmlerde ve Prince of Persia gibi projelerde de bir kaç şarkısıyla rastladınız ona aslında. Solo kariyerinden ve diğer grubu Vas'tan bu yazıda bahsetmeyeceğim. Grubu Niyaz eşiyle birlikte çekirdek kadrosunu oluşturdukları bir etnik müzik grubu. Etnik öğeleri elektronik teknolojiyle harmanlayarak, yerel enstrumanlar ile yaptıkları müzikle bir büyü yapıyorlar sahnede. Bugüne kadar iki kez Grammy'e aday gösterildiler ve bir çok iyi sanatçıyla ortak projelerde yer aldılar. Tutulup kalıyorsunuz. Grubun kadrosu zaman zaman ve gittikleri ülkeye göre değişiyor. İstanbul konserinde dünyanın en iyi udilerinden biri olarak tanınan Naser Musa'da Niyaz ile sahnedeydi. Ayrıca ismini tam olarak anlayamadığım için iletemediğim Hindistan asıllı ritimcileri ise, mükkemmel ötesi bir performans sergiledi. Hele konserin sonunda bizim ısrarlarımıza dayanamayarak bis yapmaya geldiklerinde çaldıkları ikinci şarkı olan "Dilruba" şimdiye kadar dinlediğim albüm ve konser kayıtları içerisindeki en iyi "Dilruba" yorumuydu. Onun ritimleri herkesi başka bir dünyaya götürdü, eminim. Azam Ali'nin sesi ve yorumu için ise söyleyecek söz bulamıyorum. Sahnede konser boyunca onu hayran hayran izleyerek, kendi icadı olan Kaman adlı enstrumanla eşlik eden eşi Loga Ramin Torkian da çok yönlü bir müzisyen. Zaten sahnedeki herkes bir çok enstrumana hakim olan çok iyi müzisyenler. Hepsinin adını anmak istiyordum ama konseri anlatmaya sabırsızlanıyorum şu anda.

Ortadoğudan kardeşlerimiz, Azam Ali dile getirdi bu dostluğu şarkılarının arasında... O kadar duygulandık ki bazı anlarda. Hemen hepsi göçmendir Niyaz'ın. Hemen hepsi savaştan, darbelerden, kandan muzdarip ülkesini terketmek zorunda kalan sanatçılardır. Azam Ali İran'lı. İran'daki devrimden sonra ülkeden kaçmak zorunda kalmışlar zamanında. Azam'ın sahneden üzerimize tüm naifliğiyle savurduğu cümleleri herşeyi anlatıyor; "Sizler o kadar şanslısınız ki, kendi ülkenizde özgürce yaşayabiliyorsunuz. Türkiye'ye her geldiğimde kendimi evimde gibi hissediyorum. Dilerdim ki bizim de sizinki gibi bir ülkemiz olsun. Çünkü vatanı insanın annesi, babası gibidir, seversiniz. İyi de olsa kötü de olsa seversiniz. Çünkü o sizin bir parçanızdır." Ve ardından Filistin'li Naser Musa'yı yanına davet etti, bir ağıt yaktılar. Herkes gözyaşlarına boğulmuştu, çünkü onlar bizim acı dolu komşularımızdı!

Konserde biri bis sırasında olmak üzere iki defa Türkçe olarak seslendirdikleri "Beni beni" türküsüyle hepimize güzel bir jest yaptılar. Konser sonunda organizasyonun bize çok hoş bir sürprizi oldu. Ufak bir dinlenme molasından sonra imza ve tanışma için tekrar mekana döndü Niyaz. Bir çok insan zaten dağılmıştı, rahatça yanlarına gidip biraz sohbet etme imkanmız oldu. Biz önce Azam Ali'nin yanına gittik. Yanımıza Cd almadığımız için biletlerimizi imzalattık. "To Zeynap..." :) Tahmin edeceğiniz üzere çok sıcak kanlı, bizden insanlardı onlar. Gerçekten sanat yapan hümanistler oldukları her tavırlarından belli oluyordu. Sıcak bir gülümsemeyle, geldiğiniz için teşekkürler, dedi
 yanına her gelene. Ardından Naser Musa'ya yöneldik. O anda kendisiyle de fotoğraf çekinmeyi akıl edemedim, çünkü öyle bir an yaşandı ki... "Siz bizim komşumuzsunuz Naser, acınızı paylaşıyoruz. Bu akşam burada olduğunuz için çok teşekkürler, çok güzeldi her şey. Ama beni ağlattınız, bir gün her şey daha iyi olur ve evine dönebilirsin umarım." dedim. Sımsıkı sarıldı bana, belli ki o da kelimelerle anlatamayacaktı o anda duygularını.

Yine iki şarkı arasında tüm bu yazıyı yazmama sebep olan cümleleri döktü dudaklarından Azam Ali; "Biz, ortadoğulular, hepimiz kardeşiz. Hepimiz sımsıkı bağlıyız aslında birbirimize. Geleneklerimizle kültürümüzle... Kocaman bir ülkeyiz biz beraber. Umarım bir gün burada da barış dolu günler yaşayacağız sevgili dostlarım!"*




*Konser sırasında yaptığı konuşmalardan aklımda kalanlarını dilim döndüğünce Türkçeleştirerek paylaştım. Biraz eksik biraz fazla olabilir. Ama önemli olan zaten ne anlatmak istediğiydi...

24 Ekim 2009

Ekim ayının sanat ambiansı içerisinde burkulan yüreğim

İstanbul'da Ekim ayında patlama yaşayan sosyal ve sanatsal etkinliklerin hızına ayak uydurmak bir mesele benim için. Hele ki neredeyse bütün sene sıkılıp, sonra bir ay içerisinde görmek, dinlemek, izlemek istediğim bir çok müzisyeni ve sinema yapıtını karşımda görünce afallıyorum. Bir kere tüm bunları takip etmek için ciddi bir bütçe gerek, ikincisi ise belki de en önemlisi zaman ve enerji! İKSV çok güzel etkinlikler yapıyor ama bu Ekim ayında yaptıkları, bence senin yıldız etkinlikleri olan festivalleri yıl içerisine yayarlarsa çok daha mutluluk verecek bana.

Film Ekimi'nin yarın son günü, ben zaten gitmek istediğim filmlerden yalnızca birine bilet bulmuştum, onu da yarın seyredeceğim. Bilahare anlatacağım.

Akbank Jaz Festivali'nde ise dinlemek istediğim bir kaç isim olmasına karşın, para-zaman-enerji üçgeni baskısı altında bir konsere katılabildim. Uzun zamandır canlı performansını tutkuyla görmek istediğim Azam Ali, grubu Niyaz'la Ghetto'daydı geçtiğimiz hafta. Bir sonraki yazımda konserden bahsedeceğim...

22 Ekim 2009

Şu an iyi değilim çünkü...

Bir forumda şöyle bir başlık gözüme çarptı : şu an iyi değilim çünkü.......
Noktalı kısımları siz doldurun diyorlardı. Başladım yazmaya;

Çünkü hastayım, midem ağrıyor, kusmaktan ve yiyememekten bıktım.



Çünkü etrafımda içten pazarlıklı insanlar var.


Çünkü kasıtlıca bir ilgisizlikle sorunlarıma duyarsız kalan insanlar asabımı bozuyor.


Çünkü öğle arası geldi ama ben bir şey yemeye korkuyorum...


Çünkü başım da ağrıyor...
...
Listem uzadı gitti tabiki. Baktım bir çok insan da kendi gerekçelerini sıralamış. Kimse iyi değil aslında. Bugün patronum da karşımda oturan arkadaşa dönüp "Bugün Zeynep çok mutsuz" dedi. Demek ne kadar okunuyorsa yüzümden. Aslında buna hem klasik -huzursuz ruh sendromu-mdan kelli bir mana çıkartabiliyorum. Hem sağlık durumumun gittikçe kötüleşmesinden kaynaklanan bir psikolojik buhran olduğunu düşünüyorum. Ya da belki de tüm bu sağlık sorunları aslında psikolojik kaynaklıdır. Kim bilir?
 
Üniversite son sınıftayken, mezuniyete doğru zaman kısaldıkça ve tezimi yetiştirememe paniğine kapıldığımda tanıştık bu kusma nöbetleriyle. O zamanlar her sabah kahvaltı sonrası bir posta iade ziyareti gerçekleştiriyordum tuvalete, ama tabi olması gerektiği yönde çıkmıyordu gıdalar, sorun da buydu. Bu kusma nöbetleri bir süre sonra uykusuzluk, baş ağrısı, asabiyetle beraber seyretmeye başladı. Ben artık etrafımdaki hiç bir uyarana karşı tepkisiz kalamıyor, anlayış gösteremiyordum. Tek istediğim sessizlikti aslında, beni mutsuz edecek gürültülerden ve en önemlisi de duyarsızlıktan şikayetçiydim. Tıpkı bugün de o foruma yazdığım gibi; "Çünkü kasıtlıca bir ilgisizlikle sorunlarıma duyarsız kalan insanlar asabımı bozuyor."
Kimseden elimi tutup sıkıntımı gidermesini beklemedim ben hiç bir zaman. Fakat gözlerime baktığınızda mutsuzluğu görüyorsanız, en azından biraz ince davramaya veya hatalarla beni yormamaya gayret gösterebilirsiniz pek tabi. Çünkü fazla duyarlıyım böyle zamanlarda.
Böyle hissettiğimde arkadaşlarımı da çok kolay harcıyorum. Dostlarımdan asla vazgeçmem, ama dostluğa çıkan bir kapıya doğru ilerlemediğimize emin olduğum insanları, sırf ses olsunlar diye hayatımda tutmaya zorlanıyorum. Normal günlerde arkadaş olmak daha kolay. Ama böyle zamanlarda duyarsızlık eden insanlar tek kalemlik insanlar benim nezdimde. Çiğliklere tahammül edemiyorum, sınırlarımı ihlal etmeye kalkan ve özen göstermesi gereken konuları dikkate almayan kişileri adam yerine koyamıyorum. Hele ki hastalandığımda, çok üzgün olduğumda vs bununla ilgili en ufak bir ilgi emaresi göremiyorsam, beni anlamak adına hiç bir beyin kıpırtısı sezemiyorsam hele saldırganlaşabiliyorum bile. Böyle çok kayıplarım oldu, ama pişman değilim. O insanlar herhangi bir şekilde hayatımdan çıkmak zorunda olan insanlardı...
 
Ah benim zavallı midem, neden herşeye benden önce tepki vermeye kalkıyorsun ki ?

09 Ekim 2009

Who cares who sees anything? I'm your passenger

Boğazım yine düğüm düğüm oldu. Onca yıl sonra uzak düştüğümüz ilk andaki gibi, arada neler yaşanırsa yaşansın, hep tazeydi acımız... 
Ve dedi ki, şarkının sözlerine bak... 
Ve dedi ki; i will never forget you... Şarkıya baktım gözyaşlarım nehir oldu yine...yine...yeniden...
Bu akşam ben Peti'yle konuştum ve hayatımı nasıl kaybettiği hatırladım yeniden...


"Passenger"
I lay
Still and breatheless
Just like always
Still I want some more
Mirrors sideways
Who cares whats behind
Just like always
Still your passenger

The chrome buttons buckled on leather surfaces
These and other lucky witnesses
Now to calm me
This time wont you please...
Drive faster!

Roll the window down
This cool night air is curious
Let the whole world look in
Who cares who sees anything?
I'm your passenger
I'm your passenger

Drop...these down
Then...put them on me
Nice...cool seats there
To cushion your knees
Now to calm me
Take me around again
Dont pull over
This time wont you please
Drive faster!!!

Roll the window down
This cool night air is curious
Let the whole world look in
Who cares who sees what tonight?
Roll these misty windows
Down to catch my breath and then
Go and go and dont just
Drive me home and back again!

Here I lay
Just like always
Dont let me
Go... go...go
Take me to the end...

01 Ekim 2009

Erkek Hikayeleri 2 : Halis Toprak! Çek babamın üstünden elini!

Aslında Halis Bey’in şahsıyla ilgili hiçbir sorunum yok, tanışmıyoruz. Bu yazıdaki ana sorun babamdır aslında. Hatta babası belirli bir yaşın üzerinde olan herkes için yazıyorum bunu.

Düne kadar sümen altından genç kadınlarla bir şeyler yaşayan ne kadar erkek varsa, birden bire meydana çıkıp “Evet, genç sevgilim var! ne var yani? Halis Ağa da yapıyor!” diye dayılanmaya başladı bugünlerde. Düne kadar gözümüzden ırak gönlümüze hoş gelen ne kadar gizlileri varsa adamlar ortaya dökmeye başladılar. Halis Ağanın meşrulaştırdığı duruma sinirlendim ben. Ne kızın yaşı ne de aralarındaki yaş farkı şu anda bu yazının konusu değil.

Bekar bir babam var, yalnız yaşıyor olmasının evlatları üzerinde oluşturduğu suçluluk hissini de kullanarak çok güzel ajite ediyor ilişki durumlarını. Yani kendisinde bu hakkı görüyor tabi. Genç sevgili edinmenin de heyecanı içerisinde bir süredir. Olaya bir de genç sevgili tarafından bakmak gerek. Klasik biçimde –parası için gelmiştir- gibi yorumlar yapamam, zira adamın parası yok artık. (Yani bildiğim kadarıyla, belki de kirli çıkıdır da haberimiz yoktur :P ) Bizim yaşlı kurta kalırsa, kızımız babasız büyümüş olduğu için şefkate ve baba sevgisine muhtaç ve bunları kendisinde buldu. Eminim baba şefkatiyle....düşündüklerim  tiksindirdi beni haberin olsun baba! Çocuk değiliz, iki yetişkin bir ilişki yaşadıklarında ortaya çıkan eylemleri biliyoruz, kimseyi kandırmayalım. Kadınları da az buçuk tanıyorum hani...

Düşünüyorum düşünüyorum, babamda sempatikliği dışında genç bir kadın tarafından sevilecek bir yan bulamıyorum artık. O sempati de ancak iki çay içip bi tavla atacak kadardır. Tabi yine duygusal ve sempatik kurdumuza göre kızımız hayatın sillesini yemiş ve feleğin çemberinden geçmiş bir zat olduğu için, yalnızca şefkatle bağlanabileceği birine ihtiyacı varmış. Üstelik bir de sağlık sorunları varmış. Belli ki kızımız işinde çok profesyonel, yaşlı adamın duygularına ne de güzel hitap etmiş, içlendirmiş şam şeytanını. Sanki sen de doktorsun be adam. Ah ah vah vah demekten başka ne faydan olacak acaba bu kıza? Merak etmekteyim hala.

Şimdi bu örnek aldığınız Halis Ağa karısının parmağına fındık kadar pırlanta yüzük taktı, sen de takabilecek misin? Adam kızlarını toplum önünde rencide etti, kocalarına karşı rencide etti, soyadlarını iki paralık etti, magazin mezesi oldu sonra da -ben anadolu erkeğiyim; param var; köylerde zorla veriyorlar bu yaşlardaki kızları yaşlı adamlara benim karım ise bana rızasıyla geldi; iş adamları bu yaşlardaki kızları kullanıp kullanıp atıyorlar ben ise nikahladım- gibi savunmalarda bulundu. Hepiniz bu savunmayı yediniz, sindirdiniz de kızlarınının gururunun ve aile onurlarının incindiğini neden kabul etmediniz acaba? İşinize gelmez beyler!

Medyatik ağalara duyurumdur! Lütfen ne yaşıyorsanız gizli yaşayın. Sonra sizinle aşık atmaya kalkan yaşlı kurtlar başımıza işler açıyorlar. Evladımız değil ki kulaklarını çekelim. Sizleri kamu nezdinde sorumlu ilan ediyorum ve sorumluluklarınızı yerine getirip bu adamlara kötü örnek olmamanızı rica ediyorum. Çünkü yeni bir sakızları var ağızlarında artık : "Ne yani Halis Ağa 17'lik kızı aldı, biz insan değil miyiz?"

Bir de evleneceğim diye tutturmasa bari...
ve yazının ana dileği; Tanrım bizi 60 yaş üstü libidodan koru! Amin...

03 Eylül 2009

Örselenirken saf kalmak için direnmekti tüm hatam belki de...

İnsan doyumsuzluğundan arınmalı önce. Sevgide hırs olmaz. Sevgide safiyet kaybolduğunda hissedilenler kötü bir buhrandan öteye gidemiyor. Ve birinin sevgisini elde etmek göründüğü kadar da kolay değil. Eğer hayatında seni çok seven, ve tabiki senin de sevdiğin birisi varsa, onun varlığına şükredip huzur duymaktan başka bir şey yapmaya hakkın yok. Takıldığın huzursuzluklar, yarattığın kabuslar ve o kişiye uzak durduğun her an, senin aleyhine işleyen bir tuzaktır. İlgiyle beslemek gerekir sevgiyi, yoksa solar gider. Kırılgan olmak da kötü biliyorum ama, nasırlaştıkça, kabalaştıkça, acı duymaz oldukça bir hayvandan farkımız kalmıyor. Ben acılarımdan her darbe aldığımda gidip derimi yüzdüm... Nasırlaşmamak için. Nasırlaşan kabuk bağlayan her parçamı söktüm attım. Belki de o yüzden bu kadar kırılgan kaldım. Belki de bu yüzden bu kadar çocuk yürekli kaldım. Ama biliyor musun? Bu dünyada yüreği en büyük insanlar çocuklardır. Sonsuz severler insanı. Kalplerini en dibine kadar açarlar, hiçbir giz bırakmadan severler. Ama aynı zamanda bir anda küsüp kırılabilirler. Dudak büzüp ağlayabilirler. Demiyorum ki bir çocuk kadar safım. Değilim elbette, ben de örselendim. Ama en büyük arzumdu çocuk kalmak, yeniden çocuk olmak. Yetişkinler dünyasında tutunmak en zoru benim için. İncinmeden yaşamak çok imkansız. Ama böyle de kırılıp dökülmeyen parçam kalmadı, darmadağınım. Tanrı hepimize yardım etsin...

22 Ağustos 2009

Erkek Hikayeleri 1 - Bodrum'da küstürdüğüm Hilmi Abi'nin hikayesi

Allah bizi kompleksli erkeklerin şerrinden korusun... :)

Yaş 55, gençlik sevdası her bir saniye hissedilir olmuş, kabul.
Keyifli bir sohbet, tamam bilgilisin, görmüş geçirmişsin...
7 çocuk babası eski toprak bir adamsın...
Ama bir laf ettik küstün gittin, olmadı ki Hilmi Abi!

Şimdi olay nasıl cereyan etti sizlere de bir anlatıvereyim de ne tür bir bedevilik yaşamışım bir görün :)
Günlerden geçtiğimiz perşembe, bir röportaj peşinde Bodrum'da bulmuşum kendimi. Sabah uçağıyla gittim, gece uçağıyla döneceğim, işimi bitirdim bir kaç saat bana kaldı, sevindim. Bodrum marinayı gezdikten sonra kaleye çıktım, turistlere rica ettim bir kaç kare fotoğrafımı da çektiler, manzara muhteşem fakat hava öldürücü sıcaktı. Sonra gez gez nereye kadar, eşyalarımı da kimseye teslim edemiyorum, zira içerisinde canımdan kıymetli olması gereken röportaj kayıtları ve fotoğraflar var, dolayısıyla denizle buluşturamadık vücudu...
Marinaya geri döndüm. Tüm çarşıda rastladığım genel tepkiye yine maruz kaldım. "Welcome! welcome! Lady!!!"...
Beni her yerde ısrarla turist sanıyorlar. Böyle sarı kafalı, anormal beyaz tenli, sırt çantalı ve aval aval etrafı inceleyen birisi Türkiye'li olamaz kimsenin gözünde, bunu anladım. Bu kez çağrıda bulunan Marina Restaurant'ın garsonu idi (ismini de sormamışım adamın bak şimdi farkettim!)
Ben de Türkçe karşılık verdim bu çağrıya;
"Buyrun???"
Garson: "AAAA siz Türk müsünüzzzz? İnanamıyorum!"
Ben: "Evet! Gördüğünüz gibi Türkçe konuşuyorum :) "
Garson: "Ya kusura bakmayın ben sizi turist sandım. Ama yabancıya benziyorsunuz siz. O halde mutlaka yurtdışında yaşıyorsunuz değil mi?"
Ben: "Yooo ben İstanbul'da yaşıyorum, yurtdışıyla bir ilgim yok :) "
Garson: "Lütfen gelin bir çayımızı için, kusura bakmayın ben şaşırdım öyle..."
Ben: "Sıcaktan piştim zaten bir çayınızı içeyim bari..."

İçeride kelli felli, şöyle arkasına da heybetiyle yaslanmış bir amca var. Yan masamda oturuyor. Garson benim çayı getirdikten sonra beyefendiyi bana takdim etti. "Hilmi Bey işletmemizin sahibidir." Biz başladık Hilmi Bey ile hoşbeşe. Sohbet Macaristan maceralarımdan, İstanbul'un kalabalıklığına, Bodrum'un son zamanlarda ne kadar rezilleştiğinden, ülkenin içinde bulunduğu aymazlığa kadar her konuya değinerek sürdü gitti. Keyifliydi de. Hem biraz daha serindi restorantın bahçesi. Sonra bir ara ben dedim ki, "bir memleketi tanımak için önce oralarda yaşayan görmüş geçirmiş yaşlı insanlarla sohbet etmek gerekir." Sonra da Hilmi Bey'i de biraz keyiflendirmek için, "tıpkı sizin gibi, değil mi?" dedim...
ALLAAAAH! Demez olaydıııım! Hay dilimi eşekarısı sokaydı da böyle bir laf etmeseydim!
Hilmi Bey hop diye hopladı oturduğu yerden. "Bak bunu demeyecektin bana Zeynep!" dedi. "Şimdi bütün dostluğumuz bitti işte seninle!"
Ay ne dedim ben şimdi diye diğerlerine bakınıyorum. Herkes gülüyor.
Hilmi Bey başladı yakınmaya "İyiki sana 55 yaşındayız dedik, dede yaptın bizi, yaşlı dedin resmen bana!"
"Şey ben öyle demek istememiştim. Ben tecrübelerinizden dem vurmak için söylemiştim. Hani siz Bodrum'u benden daha iyi biliyorsunuz ya..... Hilmi Bey vallahi yanlış anladınız........."
Yok abicim adam durmadı, kalktı, gidiyorum ben eve diyor da başka bir şey demiyor. Herkes gülüyor.
Muhtemelen zaten evine gidecekti, ortaya komik bir anı bırakmak istedi, geyik olsun diye küsme numarası yaptı ve gitti. Fakat her şakanın içerisinde bir gerçek olduğunu bilen cümle alemimizin de anlayacağı üzere, Hilmi Bey 55 yaşı kabullenemiyordu.
"Küstüm sana, bir daha da konuşmam" dedi bana :)
...

Ben: "Ama Hilmi Bey bakın önümüz Ramazan, Ramazanda küslük olur mu hiç?"

Hilmi Bey: "Ben bilmem, bayramda gelir özür dilersen belki barışırız..."

Ben: "Eh bi elinizi öpmeye gelirim artık :)"

Tü Allah gene bok yedim ben galiba! El öpmek dedim yahuuuu!!! :D
Şu başıma ne geldiyse dilimden geldi desem yeridir herhalde şimdi :)

13 Ağustos 2009

Huzursuz ruh sendromu...

Çok ciddiye alıyorum hayatı...
Gereksiz yere, her olayı bir heyecan sebebi yapıyor olmak, karın ağrısı çekmek, uykusuzluk, ateş basması, sinir harbi, panik krizleri, el titremesi, engel olunamaz asabiyet... kendimden nefret ediyorum bu ezaları çekirdikçe öz bünyeye.
Arıza mı var nedir anlayamadım, çocukluğumdan beri bu böyle. En ufak şeye asabım bozulur, yukarıda saydıklarım tek tek ziyaret ederler beni, sonra bünyem iflas eder insanlardan kaçarım. Hemen ardından yalnızlıktan dem vururum ve içimde patlamaya hazır bir ağlama kriziyle kaç gün düğüm düğüm gezerim. Ve o boğaz düğümü en olmaması gereken yerde zart diye çözülür. Ahhhh!
İnsanın kendinden daha büyük bir düşmanı olabilir mi acaba? Bence olamaz. Çünkü çektiğin acılar olaylara ve durumlara verdiğin değerle ilgilidir. Sen nereden bakıyorsan, oradan bir adım kıpırdayamazsın. Sıkışırsın, ufku göremezsin. Hele ki benim gibi bunları bilmene rağmen her fırsatta kendine eziyet ediyorsan, klinik vakasın.
Bir de her fırsatta tanrının beni cezalandırmakta olduğuna dair karşı konulmaz bir his kaplıyor içimi. Yıllarca reddettim onu, yapma dediklerini büyük şevkle yaptım, söylemlerine karşı argümanlar kurdum durdum. Aslında her an kafamın içerisinde onunla kavga ediyordum. Bugün geldi, ben anladım ki, ancak bir şeyin varlığına inanıyorsan böyle kafayı takıp sürekli kavgaya tutuşabilirsin. Fakat anlamadığım şu ki, içime koyduğu bu karın ağrısı ve huzursuz ruh ne zaman durulacak? Hiç mi yolu olmaz bu karman çorman ağlardan kurtulmanın? Hep mi en karışık ağ benim ki olmalı? Ya da işte başladığım noktaya dönüyorum, belki de ben karıştırıyorum herşeyi. Her an bir bedeviliğin pençesinde sürünüyor olmamın, sürekli şikayet etmemin, somurtmamım yegane sebebi belki de benim!!!
Şu an en büyük kavgam kendimle. Kendimi dövmek istiyorum hatta, valla!
Ya da keşke insanın kendisi, terkedebileceği gibi ayrık bir benlik olarak yanıbaşında duruyor olsaydı. Çok kafamı bozduğumda kendimi orada öylece terkeder kaçardım. Çözüm olur muydu? Asla! Biliyorum! Fakat, bir an için nefes almak istiyorum bazen.
Üstelik bu arabesk bir isyan modu da değil içimdeki. Huzursuz ruh sendromu bu!
Her olaydan huzursuz olunacak bir pay çıkartıyor ruhum, hasta oluyorum.
Kendimi iyileştirebilmek istiyorum, başaramıyorum. İnsanın kendinden kaçması öyle zor, yollar öyle çetrefilli, biliyorum. Bildiklerim canımı tırmalıyor işte böyle.
Yarın her şey daha güzel olmalı! Her şey daha iyi olmalı! Saf olmalı!

06 Ağustos 2009

Karşı Mahalle

Bugün Ayşe Arman'ın geçen ay boyunca gündeminde tuttuğu "karşı mahalle" yazı dizisini okudum. Ondan böyle bir çalışma bekliyordum zaten nicedir. Her ne kadar içerik olarak sosyolojik bir kaygı taşımadığı çok belli olsa da, yarıda kesmeden, sayfa değiştirmeden, kuzu kuzu okuyup bitirebildiğime göre ilgi çekici bir yazı dizisi olduğunu söyleyebilirim.

Orada çok meraklı, içindeki çocuğu sürekli devrede tutan ve hatta kadınlığı ile çocuk ruhunun savaştığı bir insan var. Her şeye burnunu sokmak, deneyimlemek, sonra da çocuk heyecanıyla yüksek sesle, yutkuna yutkuna anlatmak istiyor deneyimlediklerini. Yaptığı büyük bir olay değil aslında. Türk filmlerindeki gibi, bir masalın kahramanı olmuş bir kaç günlüğüne. Farklı bir dünyada yaşamış.

Bir şey dikkatimi çekti. Demek yıllardır ne kadar elitist yaşamış, ne kadar kendi çevresinin içerisinde hapis kalmış ki, türbana girerek halk arasına girdiğinde deneyimlediklerine bu kadar şaşırmış. Etrafında hiç türbanlı bir kadın olmamış mesela. Hiç onlarla sohbet etmemiş. Onların da kendileri gibi konuştukları, ortamını yaratıp bikiniler giydiklerini görünce büyük şok yaşamış. Kendisini o kadar kapalı bir çevreye hazırlamış ki, o kadınların arasında Arabistan'dan gelmiş gibi, biraz aşırı kapalı kalmış. İşte buna biraz şaşırdım. Kendisini okurken keyif alırım, özellikle de kafamın çok dolu olduğu dönemlerde okurum ki iyi zaman geçireyim. Yani aslında kendisinden büyük beklentilerim olmadığı gibi, iyi ki de böyle yazıyor, dediğim bir gazetecidir. Herkes de ciddi olacak, akademik değerlendirme yapacak diye bir kural yok.

Yazmak, hele ki çok okunan bir gazetede yıllardır önemli bir okur kitlesine yazmak... O yazı dizisini okurken aklıma takılan ve üzüldüğüm tek şey şu oldu; Keşke okurlarına daha yakın bir dünyada yaşayabilseydi. Hani Hıncal Uluç da geçenlerde dedi ya "Ayşe'nin Dubai yılları hem kendisi, hem gazetecilik adına kayıptır." diye. Bence de doğru söylemiş. İnsan içine karışmak, insani ve mesleki anlamda çok şey katar insana...

Aslında Ayşe Arman diyince aklıma lisede öğrenci olduğum dönem geliyor. Çok sevgili Ali hocam, okulumuzun müdür yardımcısı, edebiyat öğretmeni Ali hocam; "Sen büyüyünce Ayşe Arman olacaksın, sende o ışık var!" demişti şakayla karışık. Yazdıklarımı okuyordu. Aslında o dönemlerde sadece deneme yazıları ve ufak tefek öyküler yazıyordum. Yıllar sonra üniversite bitip, şu anda çalıştığım iletişim şirketine girip, burada kurumsal yayınlar için editörlük ve yazarlık yapmaya başlayınca Ali hocama haber saldım :) Bakın ben yazarak para kazanmaya başladım sonunda, dedim. O da şöyle karşılık verdi ; "Eeee adam olacak çocuk bokundan belli olur."

Benim şu serbest çağrışım ağlarımdaki tuhaf bağlantı noktalarıma herkes gibi ben de şaşırıyorum bazen. Konudan konuya o kadar hızlı atlayabiliyorum ki, konunun ilk halini unutabilmekle beraber, sonradan kendime şaşırabiliyorum bile. Neyse, öyle işte...

19 Temmuz 2009

Herşeye rağmen

Hayatı değerlendiriyorum çokca,
bazen diyorum ki, hayat bi eliyle verirken, öbürüyle alıyor :( ve mutsuz oluyorum...
bazen de diyorum ki, hayat bi eliyle alırken, öbürüyle de veriyor :) ve mutlu oluyorum...
dengeler aynı oysaki... hem bir şeylere sahip oluyoruz, hem sahip olduklarımızdan bazılarını kaybediyoruz... hangi yönden bakarsak o tarafa meylediyoruz... bardağın dolu tarafından bakarsak mutlu, boş tarafından bakarsak mutsuz... halbuki değerler aynı...
Şu anda mı?

Hayat! Sana teşekkür ederim... (Güzel cümlelerin kralı! Sana da!)
Herşeye rağmen...

Ama; "Keşke insan türüne ait olmak, o dayanılmaz ve sağır edici gürültüyü de beraberinde getirmeseydi..." (F.C.)

21 Haziran 2009

Evdeki Ihlamurlar...

Ihlamur kokuları burnuma tatlı tatlı esiyor. Kafama düşen çiçeklerden şikayet etmeyeceğim bundan böyle. Annem biraz yaş ıhlamur almış kurutmak için, onlar belki bu odada zor kururlar ama bu güzel koku beni buradan alıp başka diyarlara götürüyor. Garip bir huzur var ruhumda, muzip bir gülümseme dudağımın kenarında, gözlerim sık sık yukarılara kayıyor başka zamanlara bakıyorum, düşünmeye başlıyorum. Çok çabuk hüzünleniyorum bugünlerde, hele safça sevmesini bilen minicik çocuklara dokunduğumda. Keşke hiç biri büyümese, hep bu temiz ruhlarıyla dursalar öylece karşımda. İnsanı onların saflığına döndüren çok nadir duygular ve anlar vardır. Çok temizdir bu anlar ve duygular, o nedenle hızla kirlenebilirler. Beceriksiz bir elde şekillerini kaybedebilirler, hırpalanabilirler... Şimdi neredeyse hırpalanmayı göze alacak kadar yakın duruyorum o noktaya sanırım.
Hayat bir ihtimaller denizi. İçime esen rüzgar beni ısıtabilir de üşütebilir de. Hayata her zamankinden fazla temkinli yaklaştığım bu günlerde kalbimde inceden bir sızı, ıhlamurlar bu kadar güzel kokmasalar keşke.... :)

13 Haziran 2009

Hadsizlik Üzerine -1-

Had derecesini neden ayarlayamıyorlar? Çok kötü gıcık oluyorum. Ne olurdu herkes birazcık karşısındaki insanın sınırlarını görmeye çalışsa, sınır ihlalinden vur emri çıkartıyorum artık onlara!
Sınırları ihlal etmeyin,
Mayın tarlama girmeyin! ... Demek istiyorum ama yine de kıyamıyorum kimseye,
kıysaydım her şey daha yolunda gidebilirdi. Ya da tamamen kopabilirdi, freni patlamış gibi akıp giderdi bayır aşağı.

Artık bir yerlerde frenin patlamasını umuyorum, vuracağım duvarı görmek istiyorum, her ne pahasına olursa olsun.

12 Haziran 2009

Heyecanlı Yaklaşımlar ve Sıçan Surat İfadesi

Bugünlerde yine cins cins bedevilikler yaşamaktayım. Bugün iş arkadaşım Özlem’in doğum günüydü. Benim aklıma tabi dün gece geldiğinden olsa gerek, kısa süre önce almayı planladığından dem vurduğu kitapları alayım dedim. Bilindik kitap sitelerinden birine girdim gece yarısından sonra alım işlemlerimi yaptım. Tabi ki bugüne yetişmeyeceğini biliyordum ama, o anda kafam pek çalışmadı. Not ekledim lütfen bugün yetiştirin bu paketi bize diye, ama nafile, zaten gelmedi. Üstelik sipariş sırasındaki dangozluklarımla ruhumun en derinlerinde yatan o aptalın da varlığını bir daha kanıtlamış oldum.
Olay şöyle tezahür etti;
Özlem’in istediği kitaplardan birisi, yazar tarafından isme imzalanarak gönderilecek cinsten bir kampanyanın dahilindeydi. İmzalanacak olan kitaplardan sipariş edenler için bir uyarı varmış orada, bir kaç gün fazladan gecikme yaratıyormuş teslimatta, ama ben o uyarıyı sonradan okudum. Bugün gelmeyince kıza da açılmak zorunda kaldım hiç bir sürprizi kalmadı. Zaten yanlışlık yapıp benim ismime bile imzalamış olabilirler kitabı, zira sipariş sırasında kimin ismine imzalanacağını yazabilecek bir alan yoktu. Benim gözlerim ekrana bakıyor ama kafam orada değil o sırada. Mail attım defalarca ama , kitap benim adıma imzalı da gelebilir… Aslında tam olarak işlem sırasında şöyle bir sıra yaşandı; şimdi ben kendime 3 tane kitap söyledim ona 2 tane, hediye paketi seçeneğini tıkladım, tam onaylamak üzereydim ki hangi kitapların hediye paketi yapılacağını seçemiyorsun, yani 5’i birden gelecek pakette :D Sonra üstüne not ekledim, kusura bakma senin paketini kullandım ama idare et artık diye :D yanına da geyik bir doğum günü notu. Hemen ardından bu da uymadı kafama, bu kadar da dangalaklık yapılmazdı J Kız hediyesini açacak ve ona oradaki 3 kitap benim diğerleri senin diyeceğim! J Tabiki işlemi onaylamadan önce hediye paketi isteğimi iptal ettim. Alım işlemi bitti. Sonra aklımda çaat diye bir şimşek çaktı. Abi kitabı imzalatıyorlar, eee nereden bilecekler kimin adınadır ?Tutuştum! Sonra o şirkete bir dizi mail attım, lütfen kitabı arkadaşımın ismine imzalatın, hemen bugün gönderin diye yalvarma ifadeleriyle süslü biçimde. Tabiki cevap gelmedi :D
Özlem dedi ki ; “Kitaptaki imza senin adına olursa her elime aldığımda gülücem!”
E bakalım, kısmet! :D

29 Mayıs 2009

2009'un Laneti

2009 benim için uğursuz...
Ben senelerin bir uğuru olduğuna inanırım. İyi ya da kötü, bazen de nötr olurlar. Ta başından da belli edeler renklerini. O yıl nasıl başlamışsa öyle devam eder. Ama ben bilinçle yaşadığım ve tam olarak hatırladığım seneler arasında bu kadar uğursuz, bu kadar çiğnenip yutulması güç, ağır bir sene daha görmedim.
Popüler bir söylem vardır ya, "yeni yıla nasıl girersen öyle devam eder" diye... topu sana atan bir cümledir. O cümleye göre sen belirleyebilirsin yeni gelen yılın uğurunu. İyi girmeye gayret edersen iyi devam eder. Ama hayır ben buna katılmıyorum. Sen bazen hiç de kontrol edemezsin önündeki zaman diliminin uğurunu.
İnsanın başına bir şeyler gelmeye başladığında sökülen bir örgü kazak misali, ilmek ilmek çözülmeye başlıyor hayat. Bir o yandan bir bu yandan atıyor da atıyor ilmekler, müdehale etmeye çalıştıkça daha da dolanıyor birbirine. Ve sonunda pes ediyorsun, ta ki çıplak kalana, yeni bir başlangıç yapana dek.
Aslında sökülmeye çok önce başladı ilmeklerim, fakat bu senenin ayrı bir laneti var benim için, inanıyorum.
Ve sebebini de biliyorum... Anlatamıyorum...
Dilim bir gün çözülür diye korkuyorum. Çözülür de daha büyük lanetler yağar üzerime. Beni karanlık tarafa düşürmek için çekiştiren o minicik el, haklı intikam savaşını verirken onun güçsüz ellerine direnemiyorum zaman zaman.
Tamamen çıplak kalmayı bekliyorum... Yeni başlangıçlar için...

28 Mayıs 2009

Takıntı, acı, güç...Amin!

Bu aralar feci bir biçimde şarkı sözlerine, okuduğum kitabın satır aralarına, sokaklarda asılı afişlerin içindeki ufak ayrıntı kelimelere ve daha nice şeye takılıyorum. Takılıp düşmüyorum, dolanmıyorum sözcüklere ama üzerinde fazlasıyla düşünüyorum. Bazen de tıpkı "Araf"ın Zarpandit (Gail)'i* gibi olumlu-olumsuz, hayırlı-hayırsız mesajlar-anlamlar çıkarırken buluyorum kendimi. Nicedir dinlediğim ama ne dediğine kayıtsız kaldığım bir şarkının sözlerine kulak kabarttım bugün de, yani az evvel...

"Twenty three
Im so tired of life
Such a shame to throw it all away
The images grow darker still
Could I have been anyone other then me? "**

"Ahhh! Yapma ama" dedim hoparlöre dönüp. "O kadar da acıklı değil, insafsızlık yapıyorsun şimdi!" 23 bu kadar kötü olmamalı, olamaz, olmamalıydı...
Her yılın sonunda bir düşünce sarar, geçen yılı iyi-kötü tüm gelişmeleriyle genel bir değerlendirmeye alıp, bu yıl neler oldu hayatımda? diye sorarım. Bu yazıyı da belki geçen Aralık'ta yazmam gerekirdi, fakat o dönemde henüz şu anda bulunduğum yere uçmamıştım...bulunduğum yere dalmamıştım...bu kadar yüksekten atlamamıştım hiç. Tuhaf-kötü olaylar, yaşanırken o ana kadar başına gelenin en kötüsüdür. Yıllar sonra bir başka olay hayatının en kötü olayıyken, dönüp diğerini hatırlamazsın bile. Eğer hatırlıyorsan o genel geçer bir şey değil, derin-ağır bir yaradır. Hatırlamaktan kastım anımsamak değil. Hatırlarken değerini yitirmiş biçimde de dillendirebilirsin bir olayı. Zihninden en ufak kırıntısı geçerken yüreğinde de sızısını, boğazında düğümlerini hissedebildiğin bir hatırlama benim kastettiğim. Çok nazik, kırılgan insanların sarsak acılarından da bahsetmiyorum ben. Bazı şeyler vardır diyorum! Naifçe anamazsın! Sesin patlar içinde!
O bile iyileşir zamanla kısmen, bu kadar acıklı duruma düşemezsin;

"Twenty three
Im so tired of life
Such a shame to throw it all away
The images grow darker still
Could I have been anyone other then me? "**


Kötü bir mesaj verdi bana bugün bu şarkı, her gün neşeyle keyifle dinlediğim şarkıya ilk kez kalbimi açtım çünkü. Kulak kabarttım sesine... Bu kötü bir işaret mi diye korktum hatta. Ama hayır, Nietzsche'yi andım sonra, rahatladım; "Beni öldürmeyen şey, güçlü kılar."
AMİN
AMİN



*Elif Şafak "Araf", Metis Yay.
**Dave Matthews "Dancing Nancies"

26 Mayıs 2009

KAP

In the studio plastico...Get into a smaller size! E haliyle...

Bir şeyler için çabalamak gerekiyor ama tam şevki aldığınızda benim gibi kendi duvarlarınıza çarpıp tıkanıyorsanız o iş zor... Bir konuda kendimden çok emin olduğumda, yüzde yüz başarı alacağımı bildiğimde, o şey için çabalama ihtiyacı ve gerekliliğimi de kaybediyorum. Hata mı ediyorum? Hep zorun peşinde koşar da iyi olduğun konuları es geçersen, hiç kimse senin bir konuda iyi olduğunu keşfedemez.
HaH! İşte burada nereye geliyorum biliyor musunuz? "İnsanlardan banane? Onlar aslında hiç görmezler..." Bu kafamdan dışarıya şiddetle başveren bir laf değildir , aksine gayet sakin, omuz silkerek... böyle çok da umursamadan, kendiliğinden çıkan bir laftır ağzımdan. Boşvermek de değil, anlatamıyorum, tıkanıyorum bu durumu anlatırken...
Oldukça umursamaz, bir o kadar da hassassa eğer zihnin,
sürekli birbirine dolanıp dolanıp birbirine karışamayan siyahlarla beyazların varsa,
yani griye ulaşmak konusundaki arzuların her zaman canlı değilse,
üstelik istediğinde de inatçı köşelerin buna izin vermiyorsa...
Reddettiğin sistemin içinde eriyip gittiğini farkettiğinde bile kaçıp gidemezken (Ve bunu alıntılamadan edemeyeceğim!) Sahip olduklarının sonunda sana sahip olduğu bir köleysen (F.C.99)
O kadar da masum sayılmazsın. Masum sayılmayız. Masum sayılmam. En azından kendimle olan savaşımdan bir galip çıkartana dek.
Ya taşıp dökülecek, ziyan olacaksın, ya da küçülüp kabına sığacaksın, bu kadar mı yani ???


20 Mayıs 2009

Çocuk Şarkıları, Eleştiri 1; Mini Mini Bir Kuş ve Bencil Çikolar

Bu aralar çocuk şarkılarına dikkat kesildim. Aklıma geliyor bazı bazı. Sonra yetişkin aklımla karışıyorum çocuk işine. Mana arıyorum, kızıyorum, hatta ve hatta bazen ideolojik buluyorum. Bir örnekle açıklamak isterim bunu;
"Mini mini bir kuş donmuştu
Pencereme konmuştu
Aldım onu içeriye
Cikcikcikcik ötsün diye
Pırpır ederken canlandı
Ellerim bak boş kaldı"
gelelim benim bu konudaki yorumuma

Mini mini bir kuş donmuştu- Eee olur öyle, doğanın kanunu bu? Hanım evladı mısın?

Pencereme konmuştu- E konacak yer mi bıraktınız cikciklere? Orman yanar, orman kesilir, dört yan beton olur, gariban cikcik kona kona senin boklu pervazına konar işte ancak!

Aldım onu içeriye- Sebep?

Cikcikcikcik ötsün diye- Faşist misin? Çocuklara böyle şeyler aşılamamak lazım aslında, neymiş efendim kuşu eve alacakmış da o da ona cikcik ötecekmiş! Yok yaaa! Sebepsiz yardım da etmeyin diye aşılıyor çocuğa, bir çıkarınız varsa, mesela güzel bir nağme işitecekseniz yardım edin, aksi taktirde gebersin pezevenk mantığı. Bu mudur yani? O da sana ötmek için yapışıp kalmıştı zaten pencerene. Ulan ayrıca donmuş hayvan, az bi ilgi göster, bi hohla ısıt, mama ver su ver ne bileyim! Bu ne bohem ya. Ölmek üzere olan hayvana diyor ki cikcikcikcik öt! İşte çocukları zorbalaştıran nokta burada, bu noktayı yakaladınız mı?
Aman bırakmayın o zaman :D

Pırpır ederken canlandı- Vuhu huuuu büyük olay...

Ellerim bak boş kaldı- Ne bekliyordun velet!? Hayvana iki kuruşluk yardım edeceğine şarkı çığırır, bir de ciklemesini beklersen olacaklara hazır olman gerekirdi. Buradan şu dersi çıkartabilirsin ki, hiç bir canlı candan önce cananı düşünmez, düşünemeeez. Ayrıca kaldı ki sen de pek yardımsever sayılmazsın. Belki o pencereyi açmasaydın bir kedi açlıktan kurtulacaktı, kedi daha büyük daha aç, donmuş gıdaya karşıyım ama o anda imkanlar dahilindeki tek gıda o olabilir onun için. Şimdi sen doğanın dengesini bozdun mu bozmadın mı? Bana onu bir söyle?

Çocuklara böyle şarkıları öğretmeyelim, sonra bakın insan-ı kamilin psikolojisi ne hale geliveriyor. Çocuk bunun kafasına uyuyor yardım etmesi gerektiği yerlerde şarkı söylüyor, laylaylom cikcikcik takılıyor ve sonunda insan oğlu böyle yalnızlıkları hak ediyor. E şarkıdaki misal bencil olursan, böyle elin boş götün yaş kalıverirsin. Hadi bakiym...



Bahar Sıkıntısı

Şiddete meyilim var.
Dün ilginç fikirler üretip durdum, aslında çok eğlendim, sonra durup üzerinde düşününce karşı durduğum şiddet yaklaşımına ne kadar yakın olduğumu keşfettim. Şiddet eğer bir sorun çözme biçimiyse cehalet ve güç yetirememe, bir iktidar nesnesiyse faşizm, zevk için-spor olsun diye ise psikopatça bir eğlencedir. Benim ruhumdan geçenler de sonuncu şıkka uygun düşüyor. Zira ne cahilce bir güç yetirme oyununa girerim, ne faşistlik yaparım. Ama can sıkıntısından şiddet üretebilirim, yok yere psikopatlık yapabilirim. Kafamdan geçen garip düşüncelerde biraz da insanları deneme isteği vardı. Toplumu deneme... Toplumu bilimsel açıdan değerlendirmek bir yana(o işin tahsil kısmı, an itibarıyla başka bir noktada duruyorum), toplumsal kuralları zorlamak ve insanların tam da sabır diye adlandırdıkları o gereksiz boyuneğmeyi de beraberinde getiren duyguları deşmek ve denemek istiyorum. Çomak sokmak fikirlerine, üstlerine yürümek, sonra da gelecek tepkinin şiddeti oranında zarar görmek belki de... Bu zarar ancak yeni bir şeyler öğretebilir bana, korkuyu ise asla.
Yolda yürürken insanların gözlerine bakmak istemiyorum. Her baktığım göz bana tanıdık bir şeyler veriyor çünkü. Ben bu insanları tanıyorum. En basit haliyle bir çoğu olduğu gibi saf, hiç değişmemiş, gelişmemiş, üzerinde kafa yormaya gerek kalmayacak kadar standart şemalara oturtulabilen cinstenler. Hani marketten bir şey alırken markasıyla, boyutuyla ne bileyim kilogramıyla görür,tanır ve alırsınız ya, işte Yurdum İnsanı dedikleri şey de bir marka ve sonuna kadar standart. Özgünlük boyutunda olanlar ise çıkıntı, yeterince özgün olmadıkları gibi üstüne bir de ucuz bir taklit gibiler (ne diyorlar ona? ÇAKMA-yeni nesil Türkçe sözlük hedesi-) İşte şiddet duygumu tetikleyen şeylerden biri de bu. Ne standartını ne de çakmasını sevmediğim memleketimin insanları. Ne kadar sevgisiz, vah yazık diye düşünebilirsiniz, düşünün, çok da ... (Çok da nanay -kibarca ima edilen küfürler-)
Bugünlerde böyleyim işte...Bahar sıkıntısı germiş içimi...

18 Mayıs 2009

Bahar, Kavak Ağaçları, Alerji, Astım ve Ex-Alkolik Hâletiruhiye

Az önce arkadaşımla paylaştığım bir düşüncemi buraya da yazmam gerektiğini düşünüyorum. Hatta bu konuda sayfalarca sıkıntımı dile getirebilirim. İstanbul'a ne işe yaradığı belli olmayan ve hatta hakikaten bir halta yaramayan binlerce kavak ağacını dikenin allah belasını versin...
Bu girizgahtan sonra, ilkbaharın bu güzel görüntüsü, sıcağı, coşkusu bir yana, ben her bahar nefessiz kalıyorum. Hani bir şarkı vardı ya "Ben her bahar aşık olurum" diye, yok! Alerji, astım krizlerini aşarsan illa bi fingirdersin de o kadarına enerjim kalmıyor oksijen sevdam yüzünden. Yine gelsin antihistaminler, dekonjestanlar ve benzeri yardımcı hap-sprey-ne ararsan hedeleri...
Aşık da maşuk da olamazsın bu havasızlıkta, bünye kabul etmez.
Ayrıca hakikaten birileri açıklayuabilir mi, kavak ağacının bilinen herhangi bir faydası mı varmış da biz kadir kıymet bilmezlik yapıyoruz?
Alkolle ilgili ciddi sıkıntı ve kazaların yaşandığı dönemi mişli geçmiş zamanda bıraktığımdan beri, keyfe keder 1 - 2 kadeh dışında ağzıma değdirmediğim, eskisi kadar ilgi duymadığım o terletici, bunaltıcı ve fakat güzel kafa yapıcı içeceklere, ertesi sabah baş ağrıları-mide krampları-bağırsak sorunlarına rağmen yeniden bir meyil hissetmekteyim. Belki de baharın şu yan etkilerini hızla atlatabilmek umuduyla şu bir iki ayı kafası iyi geçirmek iyi olur diye bir iç geçirme olabilir bu benimkisi. Aman alkolle yaklaşmayın ama mümkünse, başlamamak başlamamak başlamamak...başlamak istiyorum nihayetinde. Zaten kim ki bir şeyden şiddetle kaçınır, mutlaka ona karşı tutku duyuyordur. Bağımlının da mayasında vardır bu. Valla!

15 Mayıs 2009

Nereden çıktı şimdi bu "Nar Ağacı" diye sorarsan?

Nar berekettir, nar açık ufuktur, nar candır...
Biri bin eder, cennet meyvesidir, hakkında yüzlerce efsane vardır, kimi halklar onu kendine mal etmiştir,
yayılmanın, bilgeliğin, dünya vatandaşı olmanın simgesidir.

Nereden çıktı şimdi bu nar ağacı diyenlere cevaben...

07 Mayıs 2009

Manevi mirasım...

annemden; panik atak, uyku bozukluğu (genetik miras olarak envayi çeşit alerji, anneanne tarafından 6 çeşit kanser geçmişi, dolaşım bozukluğu, kansızlık ihtimali...) Hass
babamdan; ayran gönüllülük, saçma boyutta gereksiz dürüstlük ve hayatı altüst edecek kararlar aldıran derecede gurur (genetik miras olarak, tansiyon, kalp büyümesi, ritim bozukluğu, kilo almaya meyil ihtimali...) K?zg?n
(ikisinden gelen güzel yemek pişirme yeteneği var bi o olumlu galiba Smile )
bir dedemden asabiyet, bir kıvılcımla parlama özelliği Shocked
diğer dedemden bencillik Rolling Eyes

çok şahane manevi miras Bravo bravo aileme Bravo

24 Nisan 2009

Yar bana bir eğlence -2-! I Fındık Sever Sincap ve Pompiş I

Yazmayacağım vazgeçtim, uğraşamam günün notları, kelimeleri bilmemne diye...
Ayrıca şu dangozluk meselesine de bir ara etraflıca değinmek istiyorum.
Garip bir çekim alanı oluşturmaya başladım, seçmece karpuz gibi mübarekler hayatıma yağıyor. Bir sağdan bir soldan (pompiş demek yok, ayıpmış, bir kelime öğrendik başımız göğe erdi). Hepsi testosterondan oluyormuş aslında, işin sırrını da verdiler ya tiyatroda, biz de insan sarrafı, davranış bilimi piri olacaktık iki dakikada... Böyle cemi cümle saydırmak istiyorum, ama hiç bir şey dışarıdan görüldüğü gibi değil, asabi falan da değilim ayrıca. Manik devrem atak yaptı bugün, o nedenle acayip eğleniyorum. Şimdi sorun şu ki, kimi insan kendini fazla önemsediği için karşısındakilerin de onu o derecede önemsediğini sanıyor. Halbuki karşıdaki insan da en az senin kadar bencil, o da kendisini önemsiyor. Benim verdiğim tek şey saygı iken, bu saygıyı bağlılık olarak algılayıp "ilişki"*ye ve kişiye duyulan saygıdan, hürmetten gösterilen ilgiyi hooop ufak bir mutasyonla kendisine duyulan tapınma olarak algılayan dimağları...öpüyorum.
Dahasını şu an yazamayacağım, İce Age 3 geliyormuş Temmuz'da, onun fragmanlarını izleyeceğim.
Fındık sever sincaba sevgilerle...

*sıradan ilişki, hatta 2 kişi arasındaki iletişim sistematiği manasında da kullanılabilir.

NoT 1 : Ayrıca bu sayfaya babamızın hayrına bedevinin günlüğü yazmadık!

06 Nisan 2009

Aşağıdan yukarıya...

Sayfayı aşağıdan yukarıya okumak gerek,
blogmuş neymiş nedenmiş, ben de anlamıyorum zaten
ama kronolojik olmalı her şey. Sanki başaşağı dönmüş gibi oluyor buraya yazdıklarım. Tarihe dikkat edecek olursanız, en yeni yazı en üstte duruyor.
Aslında tabi herkes en yeni ve günceli görmek ister de, benim geçmiş takıntım olduğundan ben her konuya taaa en başından başlayıp okumak istiyorum.
A a deli galiba?!

Yar bana bir eğlence!

Eskiden, lise yıllarında zaman zaman yaptığım absürt bir şey vardı.
Canım sıkıldığında önüme bir kağıt koyardım, etraftan duyduğum seslerden hangisine yoğunlaşırsam onu yazardım. Ortaya saçma sapan ama genelde çok komik diyaloglar çıkardı.
Şimdi aklıma geldi de, benzeri bir şeyin beni eğlendireceğini düşündüm.
Böyle günün notları, cümleleri, sorularından oluşan birer ufak notlar dizesi..bir farkındalık çabası, aslında geyik çalışması için bu sayfayı kullanacağım. Evet!
Her günün aynı ofiste, aynı odada, aynı bilgisayarın başında geçtiğini düşünürseniz büyük farklılıklar beklemeyebilirsiniz. Ben de beklemiyorum, neden böyle bir beklentiye girilir onu da bilemiyorum.
Geyik işte, hayatım geyik zaten...napalım, herkesin özrü bedeninde olacak diye bir kaide yok! Canım sıkılıyor bolca,
Yar bana bir eğlenceeee!

03 Nisan 2009

Pamuksu bir sayfa

Bir de neydi öyle simsiyah bir sayfa. İçim kararmış da kararmış...
Artık bembeyaz olmalı...
Bana kalbin gibi değerli bu blogdan senin kadar pamuksu bir sayfa ayırdığın için teşekkür ederim blogger! ( ne diyorum lan ben!?)

Alengirli işler

Onca zaman kendimi açmak için hazırladığım şu sayfacığı internetin dipsiz kuyularında yapayalnız bırakıp gitmişim. En son 2005 yılında yolumun düştüğü bu sayfaya yeniden bir şeyler karalama niyetindeyim. Günlük gibi ama aslında pek günlük gibi değil de... aman ne bileyim!
Yeterince asabi olmadığımda kendim hakkında yazamıyorum.
Kendime kızıp yargılamazsam yazacağım pek bir şey kalmıyor galiba.
Lakin bahar geldiiiiii, artık kızma değil coşma ve koşma vaktidir.
Kış boyunca darlandım durdum, şimdi de koşturuyorum oradan oraya. Uyku ise aylardır tam olarak tadına varamadığım bir çeşit tatlı :)
Bir ara soluklanmak ve alengirli işler çevirmek istiyorum. Evet evet tam da böyle istiyorum!

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...