21 Ağustos 2010

Salak ile Avanak


Malumunuz, yaz ayları tatil ve eğlenceyi bir araya getiren organizasyonlarla dolu. Bu yaz da bu açıdan epey zengin geçti. Özellikle Sonisphere ve Foça Rock Festivali’nde bir araya gelen efsane isimler ve önümüzdeki günlerde Türkiye’de konser verecek U2, Ozzy Ozbourne gibi devler sayesinde Türkiye’deki rock müzik sevenlerin kulakları ve gönülleri bayram etti. Ama bir de istisna vardı ki gitmeyenler gibi gidenler de bin pişman; Zeytinli Rock Festivali ne yazık ki bu yıl bir çok hayal kırıklığına sahne oldu.

Organizasyonun el değiştirmesi, belediyenin devreye girmesi gibi konular zaten festival sevenlerin aklını hayli karıştırmıştı. Misal, hiçbir festivali kaçırmamaya özen gösteren ben, bu yıl oraya gitmeye çekindim. Fakat yakın arkadaşlarım oradaydı. Gelişmeleri ve dedikoduları ilk ağızdan gün gün dinledim, mobil iletişim sağ olsun. Güvenlik görevlilerinin korkunç hareketleri, organizasyonun maddi sorunları yüzünden zaman zaman sökülüp takılan sahne ekipmanları, çok fazla grup sahne alacağı için sabaha karşı 4’lerde sahneye çıkmak zorunda kalan iyi gruplar gibi konuları bir çok blogger ve internet dergisinden okudunuz zaten. Ben size oradaki mağdur 90 kişi dışındaki insanların pek bilmediği bir olaydan, bir salak ile bir avanağın vurgunundan bahsedeceğim. Hikaye gerçek, isimler meçhul. Zaten bilsem de adamların isimlerini telaffuz etmem. Zira kimlikleri pek önemli değil.

Efendim, bu gibi sayfiye organizasyonlarında ulaşım her daim problem olmuştur bildiğiniz gibi. Zaman zaman kimi insanların otobüs kiralayarak festival insanlarını toplu halde şehirlerine transfer etmeleri de alışılmış bir manzara. Çok da kullanışlı oluyor, organizasyonun kendisi böyle bir ulaşım etabına kalkışmadığında bu gönüllü kimselerin cebine üç beş kuruş girmesinde hiçbir sakınca görmüyoruz. Zeytinli’de de bu yıl aynen böyle olmuş.

Kimi insanlar festival sonunda İzmir’e ve İstanbul’a kaldırmak üzere otobüs kiraladıklarını ve kişi başı belirlenen ücretleri ödeyenlerin de son gün evlerine gitmek üzere bu arabalarla yola çıkabileceğini duyurmuş. Neyse günahıyla sevabıyla festivalin son günü bazı gönüllülerin arabaları gelmiş, yolcularını alıp gitmiş. Mis gibi evlerine ulaşan festivalciler durumlarından çok memnun. İstanbul arabalarını bekleyen 90 kişi ise ellerinde çantaları ile tamamen dağılan festival alanının önünde kalakalmış. Çünkü ortada ne araba, ne de paraları toplayan iki adam varmış. Ortalık karışsa da adamların verdiği numaralar da kullanım dışı olunca herkes başının çaresine bakmak zorunda kalmış, tabii benim arkadaşlar da.

Sırra kadem basan iki otobüs ve paraları alan 2 uyanıkla ilgili bildiğim kadarıyla basında bir haber yapılmadı. Ama sağlam kaynaklardan aldığım istihbarata göre salak ile avanağın sefası trajikomik bir biçimde sona erdi. Rock sever gençlerden toplamda 4 bin TL para toplayan salak ile avanak, Ege bölgesinin en pahalı otellerinden biri olan Çeşme Sh******’da polis tarafından enselendi. Zaten en fazla 4-5 gün yetecek bir parayla bu süper lüks komplekste sefa yapan salak ile avanak meğerse mesaj kaygısıyla bu eyleme girişmişler. Yaptıkları açıklama ise festivalseverleri bile güldüren cinsten;

“Abi biz bu işi kedi kesenleri cezalandırmak için yaptık. Aldık paralarını bir güzel enayilerin, geldik otelde çatır çatır yedik. Bir dahaki hedefimiz çok daha büyük bir festivalde daha fazla otobüs vaadiyle büyük vurgun yapmak. O paralarla Maldivlere tatile gideceğiz!”

Güler misin ağlar mısın Türkiye?

06 Ağustos 2010

Tatil anıları depreşti, tatilin kendisi hala bir hayal...

Yaz geldi geçiyor. Kavruluyoruz, neresi geçiyor diye soracak olursanız, size Ağustos geldi, önümüz Eylül demek zorunda kalırım. Bunu dedirtmeyin bana, çünkü biraz trajik bu yıl benim için yaz ayları. Çünkü henüz denize giremedim! Çünkü heniz yeşille maviyle buluşamadım. Çünkü henüz bu şehirden uzaklaşıp 3 gün üst üste öğlene kadar uyuyamadım. Ve bu yıl bu çok da mümkün görünmüyor. Mühim değil, daha gencim, ne tatiller görürüm demekle kendimi avutuyorum. Tatil anılarımla yetiniyorum.

Her tatil unutulmazdır. Ama bazıları gerçekten çok güzel izler bırakır insanın hayatında. Benim de böyle deli bir tatil anım var. Yaz günleri bitmeden yıllar önce yazıp başka bir blogda yayınladığım bir tatil yazısını sunuyorum şimdi sizlere. Temel fıkrası gibi bir ekip; 1 Ukraynalı, 2 Finlandiyalı, 5 Macar ve 1 Türk 2 arabalara atlayıp Ege'ye inerse neler olur? Keyifli bir tatil yazısı sizi bekliyor;

"Ege turumuzu tamamlamış bulunuyoruz!

Bir eski Erasmus öğrencisi olarak, Türkiye'ye dönüşüm bir hayli maceralı oldu. Haziran'da döndüğüm ülkemde sıkıntıdan patlarken aldığım haberle keyiflendim.
Macaristan'dan, Ukrayna'dan ve Finlandiya'dan canım arkadaşlarım beni ziyaretleriyle çok mutlu ettiler. Hiç üşenmeden Macaristan üzerinden Türkiye'ye 24 saat direksiyon çevirerek 2 arabaya tıkışıp gelen 8 arkadaşımla beraber, bir deli tatil macerasına başladık.

İlk 2 gün güzel bir İstanbul gezisi yaptık. Aklınıza gelebilecek tüm turistik yerleri gezdirdim onlara. Tabi Erasmustan arkadaşım Mustafa'nın da yardımlarıyla. İstanbul'un ardından yola çıktık, ilk gece Truva'ya sabaha karşı 4 civarı vardık. 
O saatte orada ne yaptık dersiniz? 
Truva ören yeri girişindeki kapalı satıcı tezgahlarının önüne arabaları aralıklı park ettik, araya matlarımızla uyku tulumlarımızı atıp açık havada güzeeeeel bi uyku çektik :)
Sabah olduğunda tezgah sahibi satıcının geldiğini bile duymamışız, başımızda duran bir köpek sayesinde uyandık, adamlar hemen günaydın dediler :) Arkadaşlarımdan Szabi, hala o köpeğin uyurken benim yüzümü yaladığını iddia ediyor. Zaman zaman da bu bilgiyi manipüle edip, tezgah sahibi adamın gelip benim yüzümü yaladığını iddia ediyor. Gerçekler ise hala bir sır :D

Sabah kahvaltı edip Truva'yı gezdikten sonra Assos'a geçtik. Orada güzel bir balık keyfi ve ardından deniz keyfinin üzerine yollara düştük yine. İstikamet İzmir!

Bayındır'da arkadaşımız Nesrin'in evinde kaldık yorucu günün ardından, ölüyodum neredeyse yorgunluktan. Arkadaşım bana yatağını verdi rahat rahat uyudum, sanki hayatımda hiç yataşım olmamışcasına. :P
 
Sabah İzmir'den çıkıp Şirince'ye şarap tadımına gittik, tarihi killise vs derken bir ev yemekleri lokantasında 2 saat geçirip güzelce karnımızı doyurduk. Oradan da Kuşadası merkez! Gezdik tozduk eğlendik derken uyku girdi bedeneee :) Bir benzinliğe çekip uyur musun? Uyuduk! :)

Sabah artık Efes için doğru zamandır diyip hemen Efes istikametine sürmeye başladık.
Efes'te tam antik şehre girecekken promosyon için bizimle konuşmaya biri geldi. Bizleri servisle kocaman bir deri mağazasına götürdüler, orada ilk defa bir defile izledik, bölye mankenli falan :P Güzel serince bir yerdi, oradan da beleşe servis kattılar yanımıza Efes'in öbür kapısına kadar bıraktılar. Bize düşen sadece antik şehri gezip arabalarımızın yanına kadar inmekti oradan sonra. Ama antik şehir o sıcakta eziyet gibi geldi. O arada bizi Bayındır'da evinde misafir eden arkadaşımı bir yerde bıraktık otobüse kadar ama ne ara nerede hatırlayamayacak kadar yorgundum...
Akşama kadar Datça'daki Aktur Kampinge varabilmek için duraksız arabadaydık. Ve sonunda yerleşik kamp hayatına geçeceğimiz Datça'ya vardık. Datça'da harika bir 6 gün geçirdik. Tekne kiraladık, şehri gezdik, envayi çeşit yemek pişirdik yedik, ama kurufasülye gününden bahsetmek istemiyorum, çok gürültülü ve kokuluydu :)

Datça benim Ege bölgesinde en sevdiğim yer diyebilirim. Müthiş doğası ve sağlıklı havası sayesinde tam olarak dinlenmiş ve yenilenmiş olarak bitiriyorsunuz tatilinizi. Deniz ise gördüğüm en temiz deniz. Akvaryum gibi. Marina yakınlarında çok ucuza anlaştığımız bir kaptan bizi küçük teknesiyle mükemmel bir gezintiye çıkarttı. Tekne gezimizde bir çok koy gezdik, gördüğümüz en güzel nokta ise İnceburun'du.  Ben oralara daha önce de gittiğim için diğerleri kadar büyük hayret nidaları atamıyordum. Ancak her seferinde yine de büyülenmekten kendimi alamıyordum. İnceburun'a karadan ulaşamazsınız, ancak bir tekne vasıtasıyla orada yüzme şansına erişebilirsiniz. Hemen karşınızda Simi  Adası, altınızda berrak mı berrak bir deniz, güzel balıklarla beraber yüzme şansı... biz yüzerek karaya da çıktık, fakat kara incecik bir burundan ibaret ismiyle müsemma. Keçiler gelmişti otlamaya burna, karaya çıkınca onlar da kaçmaya başladılar :). Datça'da görülmesi gereken bir diğer yer ise Knidos, tabi tarih-mitoloji severler için bu söylediğim. Orada bir Afrodit heykeli olduğu rivayet edilir (kazılar devam etmekte) ve bunun dünyadaki ilk çıplak tanrıça heykeli olduğu... Ayrıca Datça'nın havasının her türlü cilt hastalığına da iyi geldiği söylenir.

Datça'nın bademi çok meşhurdur, özellikle taze bademin tadına bakmalısınız, muhteşem. Biz de arkadaşlarımla her gün bir miktar alıp yedik :) Dünyanın en güzel ve lezzetli bademinin burada yetiştiği söylenir. İnanmamak elde değil...

Ayrıca tesadüf eseri yel değirmenlerine rastladık, kendimi Donkişot gibi hissettirdi orada olmak. Tüm gezi boyunca erkek arkadaşı Menyus'a eziyet edip bizleri delirten arkadaşımız bile yeldeğirmenlerinin büyüsüne kapılıp bir süre sustu ve sadece fotoğraf çekti. Zavallı Menyus! diyemeyeceğim. O da sinirini bizden çıkarttı mütemadiyen.

Kısacası Datça görüp görülebilecek en müthiş... isimlendiremiyorum bile, evet orası, yerlilerinin de tabiriyle bir Cennet.

Datça, yani cennetteki 6 günün sonunda Marmaris'e geçtik, gece 1'e kadar takılıp tekrar yola çıktık. İstikamet Bursa!

Bursa'da canım dostum Bahar'ın eşliğinde şehir turu, hamam sefası ve iskender kebap herkesi fazlasıyla memnun etti. Gece ise 30 Ağustos kutlamalarını yakaladık, Işın Karaca konserine götürdük arkadaşları. Geceyi Bahar'ın evinde geçirdikten sonra artık dönüşe geçmenin zamanı gelmişti. GEceden arta kalan detaylar ise o
nca kişinin salonda kamp yapması; odayı kapıp iş becermeye hazırlanan Menyus ve sevgilisi Judit'i uyarmamız için bize rica eden Nevin Teyze, ve bunun sonucunda gidip kapıyı açan ve onlara"Don't have sex!" diyip yanımıza geri dönen Szabi :D. Onca kampçılık ve sokak macerasından sonra ben de evimi özlemiştim zaten. İstanbul üzerinden geçerken arabadan atlayıp evime geldim onlar da Macaristan yoluna koyuldular. Duyduğuma göre herkes çok mutlu ve memnun kaldı bu tatilden..."

01 Ağustos 2010

Yorgunuz! Huysuzuz! Evden çıkmayı reddediyoruz!

Bana gelirler böyle zaman zaman. Evden çıkmadan geçirdiğim zamanlar adına ciddi rekorlarım vardır.
Mesela, lisedeyken bir yıl İstanbul'u Grönland'a çeviren korkunç bir kar yağmıştı. Okullar tatil olmuştu bir hafta. Ben o 7 gün boyunca evden ayak parmağımı bile dışarıya çıkartmamış, uyuz uyuz pineklemiştim. Hatta bu süreçte banyo yapmayı da reddederken kendimce uyuzluğun bambaşka boyutlarında çeşitli rekorlara imza atmıştım. Neyse, bütün pisliklerimi tek yazıda ortaya dökeceğimi sanıyorsanız yanılıyorsunuz.

Öğrenciyken yaz tatili denen, 3 aylık rekor bir boş zamana sahip oluyor insanoğlu. Ayrıca şubat tatili denen müthiş bir bonusu da var. O zamanları ise "benim gibiler" mükemmel bir şekilde verimsiz değerlendirmekle tanınırlar. Mezun olup çalışmaya başlayınca ise "Ah bilemedim o boş zamanların kıymetini, şimdi olsa şu kursa gider, bu koruda koşar, o kitabı okur, bilmemkimle daha sık görülebilirdim" diye sızlanmaya başlarız biz.
Afedersiniz ama NAH yaparsınız bunları!
Şimdi de 3 ay tatiliniz olsa evde bilgisayar başında pinekler, 15 saat uyur, televizyonda izleyecek bir şey bulamamanıza rağmen 3 saat zap yaparsınız. Amaaaaan şunu da sonra yaparım, amaaan x'i yarın ararım, üf şimdi hiç yerimden kalkamam diye düşünür yerinizden kıpırdamazsınız. Kendimden biliyorum.
Bu kısmi felç durumu, böylesine tembellerin ömür boyu kurtulamadıkları bir çeşit genetik hastalık. Üstelik bizler sürekli can sıkıntısından şikayet ederiz. Öylesine canımız sıkılır ki, can sıkıntısını gidermek için bir şeyler yapma düşüncesi bile canımızı sıkar, üşeniriz. Hayat mottomuz "Üşeniyorum, öyleyse yarın!"dır.

Bir de böyle tipler dönemsel gazlarıyla da tanınırlar. Nasıl mı? Şöyle ki; zaman zaman bir anda kafada bir şimşek çakar, süper bir enerjiyle dolar kendimizi dışarı atarız. Ne zamandır ertelediğim şu müzeye gideceğim, şu kitabı alıp okuyacağım, bilmemne sınavına hazırlanmak için test kitapları alacağım, diye fırlarız. Fakat eve gelince işin rengi tamamen değişir. O test kitapları rafta tozdan görünmez oluncaya dek el sürülmez. Sınav tarihi gelince gidip nezaketen gireriz ama tabi ki beklentiyi karşılayacak bir skor elde edemeden kös kös otururuz. Ne zamandır yazmak istediğimiz yazılar, konu başlıkları olarak not defterinden bize el sallar. O çok iştahlandığımız yemek tarifini denemek için aldığımız sebzeler dolapta kokuşur. O gaz, son zerresine kadar bünyeden boşalmış, yeni bir sarsaklığın esiri olarak yine yastığa gömülmüşüzdür. Üstelik büyük bir oranımız da çok zeki insanlardır! Kendimden biliyorum canım!


Üstelik bir de çalışmaya başlayınca kimilerimizin maddi desteği de kesilir çeşitli sebeplerle. İşte bu çalışmak zorunda olmak ve işsiz kalmamak adına işini iyi yapmaya çabalamak bizim gibiler için öldürücü bir darbe olabilir. Zira bünyede bulunan tüm enerjiyi yaşamsal kaygılarla iş yerinde harcamışızdır. İşten çıkınca diğer enerjik insanlar gibi bir puba gidip arkadaşlarla laflayayım, iş sonrası partilere katılıp gecenin geç saatlerine kadar eğleneyim, haftasonu bir yerlere kaçayım tarzında planlar bu bünyelerde ciddi error verir. Bir akşam dışarı çıkmışsak mutlaka ertesi gün işe geç kalırız. Haftasonu bir yerlere kaçmışsak, mutlaka o hafta boyunca hasta olur, sızlanır, etrafımızdakilere hayatı zindan ederiz. Öyle ki bir sonraki haftasonu evden çıkmamak için türlü numaralara başvurabilir, iletişim organlarıyla bağlantımızı kesebiliriz. Çünkü yoruluruz biz. Biz doğuştan YORGUNUZ!!! Çok muhabbet sıkar bizi, biz doğuştan HUYSUZUZ!!! Çalışırız çalışırız, ama sonra yaşamaya enerjimiz kalmaz... Evimiz sığınağımızdır, sıkıldıkça eve sığınır, hiç bir şey yapmadan uzun süre burada hareketsiz kalırız. Koala en sevdiğimiz hayvandır.

Bu haftasonu da böyle bir kriz dönemindeyim. Enerjim yok, param yok, sevgilim şehir dışında ve arkadaşlarım da benim gibi enerjisiz. Dolayısıyla ben de yine evden çıkmayı reddediyorum arkadaş! Aldığım kitaplar bana bakıyor, ben onlara. Dün bilgisayarım bozuldu, artık tamamen çökme noktasına geldi, sistem geri yükleyici ile geçici bir çözüm buldum ama yakında beni tamamen terk edecek emektar. Yeni bilgisayar alamıyorum. Dişim kırıldı, yarın akşam işten çıkıp dişçiye gideceğim, enerjimden kalan kırıntıları da orada bıraktıktan sonra eve nasıl döneceğim onu bile bilmiyorum. Halsizim. Herhalde bir çocuğum olsaydı şu anda açlıktan kıvranıyor olurdu... Kendime bakamıyorum, işin özeti budur.

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...